22 Kasım 2016 Salı

Lâl-i Gül

'Sevgilim, sana gizlice bu mektubu bırakıyorum... Seni ne kadar çok sevdiğimi söylemek için bırakıyorum bu mektubu... Biliyorum sana hiç söylemedim bunu... Seni nasıl sevdiğimi... Kendi duygularımın yoğunluğundan korktum hep... Umarım bir gün bu mektubu bulursun... 
Lâl-i Gül'
Sultan Abdülmecid'in biri kız ikisi erkek üç çocuğunun annesi Lili, saraydaki adıyla Lâl-i Gül'ün kızıyla saraydan kaçmadan önce Sultan'a yazdığı mektup. Kaçışından sonra bulması için yatak odasına saklamış, ancak Sultan bu mektubu bulamamış.
Bütün bunlar Hristina Aleksandrou'nun Lâl-i Gül -Boğaz'ın Yakutu- isimli kitaptan. Literatür yayınlarından ve de tercümesi Zeynep Albayrak'tan.
Anlatılanların ne kadarı geçek, ne kadarı kurgu belli değil. Ne kadarı gerçeklerle örtüşüyor orası da belli değil. Sonu görece mutlu biten hüzünlü bir aşk öyküsü diye de düşünebilirsiniz. Ama okuyanlara hatırlattığı ve kimi zaman unuttuğumuz bir takım olgular var.
Bunlardan biri 'harem' diğerleri de içindekiler. Kimine göre harem bir okul, doğru. Kimine göre bir hapishane o da doğru. Kimine göre türlü entrikaların, kıskançlıkların, aşkların, hüzünlerin yaşandığı ortam. Bunların bir çoğu da doğrudur mutlaka.
Çocuk yaştaki kızların kimi köle tüccarları tarafından kaçırılarak, kimi savaş ganimeti olarak, kimi birilerinin hediyesi olarak bir araya getirildiği, asıl isimleri yerine yeni isimler verilerek bir yeni kültürle büyütüldükleri ortamlar. İçerisinden Sultanlar çıkmış, Osmanlı yönetiminde söz sahibi olmuş bir tür okul aynı zamanda. Mücevher satıcılarının en gözde satış alanı. Sanatın yoğun olarak yaşandığı yer.
Ama.
Kaçı buraya kendi isteği ile gelmiş olabilir sizce ve kaç tanesi gerçekten inandığı değerleri değiştirmiştir. Acaba bıraksalar kaç tanesi eski yaşamına dönmek isterdi. Kim bilir, her türlü şatafata karşın bir çoğu; köyünün dağlarında, ovalarında koşup oynamayı, tarlasını ekip biçmeyi ve evine yorgun argın geldiğinde, eşinin omuzuna başını koyup onun söylediği bir türküyle yorgunluğunu atmayı çok daha, çok isteyecekti.  Orada güç sahibi olanlardan bazıları, kazandıkları güç nedeniyle 'iyi ki buradayım' demişlerdir kuşkusuz.
İşte en önemli nokta burası. İnsanların neyi istediği.
Ya haremdeki 'hadım'lar. Ağa bile olsalar eminim ki bulundukları konumda olmaktan hoşnut değillerdir. Ülkelerinden kaçırılıp büyük acılara dayanarak iğdiş edilirken neler düşünmüşlerdir dersiniz. Birilerine bekçilik etmek adına ne acılara katlanmışlar acaba. Böyle bir olaya neden olmak ya da böyle bir olayın içinde bulunmanın nasıl bir düşüncenin sonucu olduğunu bir düşünelim hele. Peki bütün bunlar olurken, zamanın yargıçları, hekimleri, din adamları, kanaat önderleri ne iş yapıyorlardı diye hiç içinizden geçmedi mi?
Bu yalnız bizim tarihimize özgü bir yaklaşım olmadığı da bir gerçek. Avrupa'nın şatolarında ya da saraylarında yaşananlar belki de bunlardan daha da ürkütücü.
Onun için ben sarayları hiç sevmem. Dünyanın birçok yerinde sarayları gezerken orada yaşanan şaşaa değil, hüzünler gelir aklıma. Hem orada yaşayanların hüzünleri; hem de orada yaşayanların insanlara yaşattıkları hüzünleri.
Saray sözünü hiç sevmedim. Adaletin sonuna bile eklense.
Onun için; sonunda saray diye adlandırılan bir yerde yetmiş tane kaşık, çatal ve bıçağın yer aldığı masalar yerine, Kumkapı'da bir çingenin şarkısı ve balık eşliğinde demlenmeyi yeğlerim.
İnsanlar istekleri dışında davranmasınlar, davranmak zorunda kalmasınlar, alınıp satılmasınlar diye insanoğlu 'demokrasi'yi icat etti.
Demokrasi, insanların çoğunluğun istediği gibi değil, insanın kendi istediği gibi yaşamasının en kısa ifadesidir bence.
Demokrasi dolu günler dileği ile....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder