9 Mart 2017 Perşembe

ALMANYA, HOLLANDA VS..

Avrupa ülkelerinde, ülkemizdeki halk oylaması ile ilgili çalışmaları çevrçevesinde bakanlarımızın bile toplantılarına engel getirilmesi karşısında kendi kendime sordum, neden? Tabi bağlantıları olmayan birinin bu konuda bir yargıya varabilmesi için analitik düşünmek gibi bir zorunluluğu vardır. O da her zaman sizi doğru sonuca götürmeyebilir. Madde madde düşünelim neden diye, nelerin olup nelerin olamayacağınına bir göz atalım; bakalım neler çıkacak.
1. Avrupa ülkeleri AkParti'ye karşı o nedenlere bu engellemelerle 'hayır' yönünde çaba harcıyor. Ya da Burhan Kuzu'nun deyimiyle Almanlar bizim hava alanı projemizden sonra çıldırdı. Peki ya Hollandalılar ve diğerleri?
Avrupalıların bu düşünceyle hareket ettiğini düşünmek onları 'salak' yerine koymak olur. Onlar da biliyorlardır ki bu çabaları sadece 'evet' tezine yardım etmektedir. Çünkü Türk insanı böyle bir engelleme karşında milliyetçi duygularla yabancı ülkelere tepki duyacak ve özellikle şu anda 'kararsız' ise 'evet'e yönelecektir. Peki Avrupa eveti ister mi? Avrupa'nın evet ya da hayır gibi bir derdinin çok da olmadığı kanısındayım. Eveti isterse ülkemizi geri dönülmemek üzere Avrupa dışına atmak için istiyor olabileceğini düşünürüm ama baskın kanım evet ya da hayır konusu ile gerçek anlamda ilgilenmedikleridir?
2. İzlediğimiz kadarı ile Avrupa Ülkelerinde aşırı sağcı, hatta ırkçı siyasi partilerin oyu gün geçtikçe artmaktadır. Bu artışta o ülkelerdeki göçmenlerin katkısı olmadığını düşünmemek son derece saflık olur. Bu göçmenlerin çoğu sağcı -ülkelerindeki seçimlerde çoğunlukla sağ partilere oy veriyorlar- oldukları halde bulundukları ülkelerde Sosyal Demokrat ve Sosyalist partileri destekliyorlar. Bu da o ülkedeki özellikle muhafazakar seçmenin aşırı sağa yönelmesine neden oluyor. Bu ülkelerde yapılacak halk oylaması çalışmalarına kendi ülkelerinde izin verdiklerinde oluşan gerilim nedeniyle ülke muhafazakarlarının daha da radikalleşmesinden korkuyor olabilirler.
3. En kötü senaryoyu sona sakladım. Bu senaryoya geçmeden önce kendisinden izin almadığım için adını açıklayamayacağım bir arkadaşımın anısını paylaşmak isterim. Bu arkadaşım Müslümanlığın gereklerini yerine getirmeye çalışan - namazını kılan, şeker hastası olduğu halde orucunu tutan- biri. Dini bayramlarımızdan birini Almanya'daki yakınlarının yanında geçirmek için Almanya'ya gider. Bayramın ilk günü Bayram Namazı kılmak ister. Nerede kılması gerektiğini dostlarına sorduğunda; şurası şu tarikatın, burası bu tarikatın gibi yanıtlar alır. 'Ben diyanetin camisine gitmek istiyorum' der ve 'oraya pek kimse gitmiyor' yanıtını alsa da oraya giderek namazını kılar. Bu konuşma yaklaşık 10-15 sene önceydi sanırım. Bu nedenle ufak tefek hatalarım olabilir. Şimdi düşünüyorum da bu geçen sürede acaba bu ülkelerdeki vatandaşlarımız tehlikeli biçimde kutuplaşmış olabilirler mi? Ya da bu ülkeler, ülkemizdeki kutuplaşmaların çok tehlikeli bulup kendi ülkelerini bu gerilimden korumaya çalışıyor olabilirler mi? Acaba ülkemizdeki kutuplaşma biz sade vatandaşların sandığından çok daha fazla ve tehlikeli mi?
Ülkemizde zaman zaman kutuplaşmalar olmuştur ve bu kutuplaşmalar, küçük çaplı da olsa çatışmaları ve nihayet darbeleri getirmiştir. Darbelerin sorumluları tabi ki darbeyi yapanlar ve de yaptıranlardır. Ancak yeterince öngörü sahibi olamayan politikacılarımızın sorumluluğu da yabana atılır türden değildir. Hiç bir 'darbe', ülke esenliğine katkı sağlamamış aksine sorunları daha da çözümsüz hale getirmiştir.
Her türlü fikrin tartışılabildiği, fikirleri nedeniyle insanların birbirine saldırmadığı birbirine zarar vermediği bir ülke özlemiyle...

8 Mart 2017 Çarşamba

YGS

Sınava giren öğrenci sayısının sağlıklı denetim yapılamayacak sayıya ulaşmasından bu yana bu tür bir sınav yapılmaktadır. Önceleri sadece öğrecilerden bir kısmını eleyen ve ikinci sınava hiç katkısı olmayan bu sınav 'ciddiye' alınmadığından ya da üniversiteye gireceklerin tüm alanlarda temel düzeyde de olsa bilgi ve beceri sahibi olması istendiğinden olacak ikinci sınava bir miktar katkı sağlayarak günümüze kadar -değişik adlarda olsa da- sürekli olarak uygulandı. Hele bir dönem -Kemal Gürüz dönemi-  tek başına 'muktedir olan bu sınav lise eğitiminin ruhuna 'Fatiha' okunmasına neden oldu ki artçı sarsıntıları günümüze değin sürmektedir.
Bu sınav öncesi öğrencilerin ne yemeleri, son günleri nasıl geçirmeleri gerektiği konusunda uzmanlar öneri üstüne öneri sıralayıp duruyor. Melisa çayından, bala; dışarıda yemek yememekten rüzgarda dolaşıp üşütmemeye kadar bir çoğu herkes tarafından bilinen davranış biçimi önerileri havada uçuşuyor.
Ancak son anlarda yapılanların öyle fazla bir yararının olmayacağını da göz ardı etmemek gerek.
Bir kere bu sınavı - tabi ki bir önemi var- olduğundan fazla abartmamak gerekir. Bir açıdan bu sınavı bir 'deneme' sınavı olarak algılamalıyız ve şimdiye kadarki çalışmalarımızın bir analizi olarak görmeliyiz diye düşünüyorum. Eğer öğrencilerin ; sınavları beklentileri ölçüsünde iyi geçmiş ise çalışmaları verimlidir ve aynen devam etmelidir, beklentilerini karşılamaktan uzak geçmiş ise daha çok ve daha verimli çalışmaları gerektiğini anlamları gerekmektedir.
Öğrenciler; bu sınavın ikinci sınava katkısını düşünürken sanki hiç soru yapmamış olmak ve soruların tümünü yapmak sınırlarını düşünmediklerinde daha gerçekçi olacaklardır.
Benim önerim, bu sınava girerken yaşantınızda herhangi bir değişiklik yapmamanızdır. her zamanki gibi ve doğal davranın.
Bu sınav öğrencilerimizin yaşamındaki sınavların ne sonuncusu ve de en önemlisidir.
Başarı dileklerimle...

27 Şubat 2017 Pazartesi

100 YIL ÖNCE, 100 YIL SONRA, MAĞARA İNSANI İLKESİ...

Kuramsal fizikçi Mıchıo Kaku'nun geleceğin Fiziği-ODTÜ yayınları- kitabından paylaşımlar. Bu paylaşımlar kitabın ilk sayfalarından; tümünü merak edenler kitabı edinmek durumundalar. Kitabı okuyabilmek için -en azından başlangıç konularında- önemli bir fizik bilgisi gerekmediğini de söyleyebilirim, henüz tümünü okumadım.
                                                               ***
Gazeteci Mark Sullivan bizden 1900 yıllarında gazete okuyan birini hayal etmemi Bir Amerikalı, 1 Ocak 1900 tarihli gazetelerde radyo diye bir sözcüğe rastlanmıyordu;çünkü bu sözcük daha yirmi yıl ötedeydi; aynı şekilde 'sinema' ya da, o da aslında hala geleceğe aitti; şoför de öyle; çünkü otomobil daha yeni yeni ortaya çıkıyor ve 'atsız araba' olarak adlandırılıyordu....Havacı diye de bir sözcük yoktu... Çiftçiler traktörü  duymamışlardı, bankerler de Merkez Bankasından haberdar değillerdi. Tüccarlar mağaza  zinciri yada 'self servis' diye bir şey işitmemişlerdi; denizciler ise petrol yakan motoru bilmiyordu... Kır yollarında hala bir çift sığırın çektiği arabalar görülüyordu...Arabalar         için atlar ya da katırlar nerdeyse evrenseldi.. Büyük kestane ağacının altındaki demirci                        gerçekti.
*1899 da, ABD Patent ofisi Müdürü Charles H.Duell, 'İcat edilebilecek her şey icat edilmiş bulunuyor' demişti
*1927 de Warner Brothers 'ın kurucularından Harry M.Warner sessiz filmler döneminde. 'Aktörlerin konuştuğunu kim duymak ister ki' diyordu.
*1943 de, IBM nin başkanı Thomas Watson, 'En fazla beş bilgisayar için bir dünya pazarı olacağını düşünüyorum' demişti.
*1903 te Times, 'Uçan makinelerle uğraşmanın vakit kaybı' olduğunu ve 1920 de Times'ın roket bilimcisi Robert Goddart, 'Roketlerin boşlukta hareket edemeyeceklerini, dolayısı ile onun çalışmasının bir saçmalık' olduğunu söyleyecekti. Ancak 49 yıl sonra Apollo 11 Aya ulaştığında Times hatasını kabul edecek 'bir roketin boşlukta çalışabileceği kesin olarak anlaşılmıştır. Times hatası için üzgündür' diye yazacaktı.
                                                                ***
2100 yılında, mitolojilerin tanrıları gibi,
*cisimleri zihin gücümüzle yönlendireceğiz. 
*Bilgisayarlar düşüncelerimizi sessizce okuyarak, isteklerimizi yerine getirebilecekler. Yani           genellikle yalnızca Tanrılara mahsus olan telekinetik güce sahip olacağız.
*Biyoteknolojinin gücüyle mükemmel vücutlar yaratabilecek ve hayat süremizi uzatabileceğiz
*Dünya yüzeyinde daha önce görülmemiş hayat formatları yaratabileceğiz.
*Nanoteknolojinin gücüyle bir nesneyi alacak başka bir şeye dönüştürebileceğiz.
*Ateşli arabalara değil, nerdeyse hiç yakıt kullanmadan kendi başlarına yükselebilen ve               havada zahmetsizce süzülebilen şık arabalara bineceğiz.
*Makinelerimizde yıldızların sonsuz enerjisinden yararlanabileceğiz.
*Yanı başımızdaki gök cisimlerini keşfetmek için uzay gemisi göndermenin eşiğinde olacağız.
                                                                ***
Neden bazen tahminler gerçekleşmez.
*Birçok gelecek tahmincisi bilgisayarın kağıdı demode hale getirdiğini ve gelecekte 'kağıtsız ofis' tahmininde bulunmuştu.-Ofislerde her zamankinden çok kağıt var
*Telekonferanslar nedeniyle, yüz yüze iş toplantılarına gerek kalmayacağı ve insanların ofisler yerine evlerinde çalışacaklarından şehirler büyük ölçüde boşalacaktı- Şehirler kalabalıklaştı ve trafik sıkışıklığı daha da arttı
*İnternet üzerinden dünyayı dolaşan miskinlerin yani siber-turistler nedeniyle  turizm sektörü ciddi biçimde zarar görecekti.-Olmadı   
* Siber- öğrenciler eğitimlerini internetten ve evlerinden aldıklarından üniversitelere rağbet azalacak ve üniversiteler kapanmaya başlayacaktı.- Üniversiteler rekor sayıda öğrenci kaydediyor.      
*Siber-alışveriş nedeniyle alış veriş merkezleri kapanacaktı.-İnsanlar zamanları kısıtlı olmasına karşın sel gibi mağazalara akıyorlar.   
Bu liste böyle devam ediyor   
                                                                      ***  
Bu tahminler neden başarısız oldu? Benim 'mağara insanı' ilkesi olarak adlandırdığım nedenle, çoğu insanın bu ilerlemeleri reddettiklerini tahmin ediyorum. Genetik ve fosil kanıtlar, tamamen bizim gibi görünen modern insanın 100.000 yıldan daha önce Afrika'da ortaya çıktığını işaret ediyor, ama biz beyinlerimizin ve kişiliklerimizin o zamandan beri çok da değiştiklerine ilişkin bir kanıt görmüyoruz. O dönemden birini alsaydınız, onun anatomik olarak bizimle özdeş olduğunu görürdünüz....... İsteklerimiz, rüyalarımız ve arzularımız , 100.000 yıldır muhtemelen çok da değişmemiştir.
Büyük olasılıkla bizle hala mağara adamı atalarımız gibi düşünüyoruz.
                                                                    ***
Alıntılardan bazıları özetlenmiştir. İnsanların nelerle uğraştığını görmek açısından ilginç bir kitap olduğunu düşündüm. Gelecekte ancak geleceği tahmin edebilenler başarılı olacaktır.
Ve okullarımızda bu konuları ele alan derslere daha çok önem verilmesini diliyorum. Aksi durumda yalnız gelişmiş ülkelerin kuyrukçuluğunu yapabiliriz o da onların izin verdiği ölçüde.
Saygıyla.....

15 Şubat 2017 Çarşamba

İNSANLIK VE DEMOKRASİ

Çok sevdiğim öğrencilerimden biri aynı zamanda arkadaşlarımın oğlu beyin enfarktüsü geçirdi. Ölümle yaptığı düelloyu kazandı da şimdilerde yaşamla düelloya başladı. Normal yaşamına dönmek için amansız bir uğraşıya girdi. İyi yolda. Göstergeler onu da kazanacağı yönünde. Dualarımız onunla. Geçenlerde ziyaretine gittim. Oradan buradan konuşurken Annesi öyle bir olay anlattı ki beni aldı ta uzaklara götürdü.
'Biliyor musun?' dedi. 'İnsanlar birbirinin dilini bilmese bile çok güzel anlaşabiliyor'. 
Ve sözlerini sürdürdü.
'Geçenlerde birisi geldi, oğlumun arkadaşıymış, Portekiz'den geliyormuş. Tabi ki Türkçe bilmiyor. Oğlumun yanına oturdu ve ingilizce bir şeyler anlatmaya başladı. Sürekli konuştu -oğlumuz şu anda tam konuşamıyor ancak anlamada problemi yok-. Rahatsızlığını duyunca uçağa atladığı gibi bir kaç saatliğine olsa da Türkiye'ye gelmiş. Konuşamadık ama birbirimize sarıldık, ağladık. Daha sonra takvim çıkardı ve yeniden gelip döneceği tarihi gösterdi. O zaman bir kaç gün kalabilecekmiş. Bu dostluk denen olgu öyle bir şey ki milliyet ya da dine bağlı değil insan olmak yetiyor'
Ne kadar da haklıydı. İnsanların dost olabilmesi için 'insan olmanın' yeterli olduğunu söylerken.
Düşündüm. Biz insanlığın neresindeyiz hangi sınıfındayız diye. Kendisi gibi düşünenlerle dost olmak ya da görünmek kolay da bizim gibi olmayanlarla ne kadar dost olabiliyoruz diye.
Anılarda sürüklenirken güzel şeylerden çok kötü olanlar aklımda kalmış nedense.
                                                                 ***
Altmışlı yılların sonları muhtemelen 69 ya da 70. 68 olaylarından sonra fakültede öğretim üyelerinin toplantısında -ki o toplantıya oy hakkı olmadan sonra kendisi de öğretim üyesi olan Mehmet Oryan öğrencileri temsilen katılmıştı.- bir takım kararlar - ki çoğu eğitim kaynakları ile ilgiliydi- alınmış, kısmen uygulanmış ancak yine de önemli aksaklıklar yaşanıyordu. Birden bir 'boykot' lafı edildi. Tartışıldı. Kimi boykotla sonuç alınacağını söylerken kimleri de boykotun çözüm olamayacağını başka yolların denenmesi gerektiğini savunuyordu. Şahsen ben de 'boykot' yanlısı değildim. Sonunda hemen tüm bölümlerin katılacağı bir forum yapılması ve orada görüşülmesi kararlaştırıldı ve forum çalışmaları başladı. Forum günü geldiğinde öğrenci temsilciliğinde ki daha çok FKF liler orada bulunuyordu forumla ilgili son çalışmalar yapılıyordu. Herkesin fikrini açıkça söylemesi ve oylama yapılması benimsendi. Hatta bendim galiba 'sandık kuralım' diye önerince arkadaşlardan biri ' ne yani 501 kişi boykot der, 500 kişi boykota karşı durursa boykot mu yapılır? Boykot ancak öğrencilerin çok büyük bir kısmı isterse olur' dedi ve sandık fikrinden vazgeçildi. Daha sonra arkadaşlardan biri ' biz burada toplu bulunmakla sanki hepimiz boykot istiyoruz gibi bir algı ve baskı oluşturuyoruz, dağılalım odada sadece bir kaç kişi kalsın diye önerdi. Bu öneri benimsendi ve herkes değişik yerlere dağıldı. O zaman ben temsilcilik odasının karşısında bulunan kantine geçmiştim. Aradan yarım saat geçmemişti ki dışarıda bir kargaşa başladı. Ne oluyor diye çıktığımda elinde koca sopalarla gelen insanları gördüm 'vurun komüniste' diye bağırıyorlardı. Kaçtım ama bana değil herhalde diye düşünsem de 'komünistlik'! anlayışı herkeste farklı idi. Bu kaçışmada favorisi uzun olduğu için dövüleceğini düşünen de vardı. Daha sonra dışarıdan dolaşıp okula geldiğimizde bir arkadaşımızı kanlar içinde yerde otururken bulduk. Kalabalık bir gurup Büyük Reşit Paşa kapısında kıstırıp 'Allah yarattı' demeyip feci şekilde dövmüştü.
                                                                  ***
Aynı yıl yine temsilcilikte oturuyoruz. Arkadaşım M. 'hadi gidip TIP fakültesi temsilcilik seçimlerine bir bakalım dedi. Merkez binaya gittik sandıklar açılmış sayım başlamıştı 'sol' gurubun desteklediği aday açık ara önde gidiyordu. Sonunu beklemeye gerek yoktu, sonuç belli olmuştu. Okula dönmek üzere ayrıldık. Tam bahçeye çıkmıştık ki bir koşuşturma başladı. Birinin peşine yedi sekiz kişi koşuyordu. Delikanlıyı sıkıştırdılar ve biri bir yumruk attı emin olun çocuk -mübalağa etmiyorum- yere paralel uçup, yere yapıştı. Öyle acıyla bağırmıştı ki. M ye 'ben gidiyorum' dedim. 'Dur yahu' dediyse de oradan ayrıldım. Ertesi gün korktuğumu sanmış olacak ki -ayrıca korkabilirdim tabi ki-  'yahu niye gittin oradakiler bizim arkadaşlardı' deyince 'kim olursa olsun olay çirkindi' dedim. M gülerek 'anlaşılan senin çikolata çağın geçmemiş' deyivermişti.
                                                                ***
Bir çok olay sıralanabilir. Tabi şimdi birileri 'sen dayaktan bahsediyorsun insanlar öldüler be' de diyebilir. Ama o ölümlere böyle böyle gidildi. Çok büyük bölümü fakir halk çocuklarıydı. Yaşasalardı belki de çok iyi konumlarda olacaklardı. Birilerinin eline silahlar verildi ve 12 Eylüle gelindi. Dış güçler masalına sığınmayalım dönemin politikacıları basiretli davranıp olayları çözebilselerdi 12 Eylül ortamı oluşmazdı. Tabi ki darbe bir insanlık suçudur, darbeci de  insanlık suçlusu. Ama bu darbecilerin harekete geçeceği ortamların oluşmasını engelleyemeyen siyasilerin de sorumluluğu az değildir.
                                                                 ***
Nereden nereye geldik. Kısaca insan olmayı başarabilenlerin rejimidir demokrasiler. Demokrasimizi geliştirdikçe mi insanlığımız artacak, yoksa insanlığımız arttıkça mı demokrasimiz gelişecek ? İşte burası tartışmalı.
                                                                 ***
İnsan olmak bir başka güzel be kardeşim.    

11 Şubat 2017 Cumartesi

SIRA DAYAĞI, PRANGA VE HAYIR

Yazmayacağım diye karar verdikten kısa bir süre sonra Sayın Büyüklerimiz öyle laflar ediyorlar ki içim içime sığmıyor. Sade bir yurttaş olarak yapabileceğim tek şey de kuyumun ağzından dibine doğru haykırarak içimi soğutmak.
                                                         ***
Sayın Bahçeli buyurmuş 'hepsi de masum değil'. MHP ye gönül vermiş dostlar 'devletin başına Devlet geçecek' diye slogan atarken ileride böyle bir deyişle karşılaşacaklarını bilselerdi yine aynı sloganı haykırırlar mıydı acaba diye düşünmeden edemiyorum.
Benim yaşımda olanlar ya da yakın yaşlarda olanlar bir zamanlar okullarda var olan 'sıra dayağı' nı hatırlarlar. Ders sırasında sınıfınızdan ya da oyun sırasında grubunuzdan biri -birileri- kabahat sayılabilecek bir eylem yaptı mı öğretmen ya da yönetici gelir buyurgan bir sesle 'kim yaptı söylesin yoksa kötü olur' diye haykırırdı.Bazen yapanı bildiğiniz halde sırf 'gammazcı' olmamak için onu vermezdiniz, bazen de gerçekten bilmediğiniz için sesiniz çıkmazdı. Okulda bazı tipler vardı ki onlara öğretmen ya da idareci  'dayak' atamadığı -dayak dışındaki cezalar da umurlarında olmadığı- için çıkıp 'ben yaptım' derlerdi. Eğer böyle bir 'ben yaptım' olayı gerçekleşmemişse öğretmen ya da idareci bir yerden dövmeye başlar ve o bölgedeki herkesi döverek olayı çözdüğünü düşünürdü. Bizler bu olayı sıra dayağı olarak adlandırırdık.
O zamanlar çocuk aklımla bu adaletsiz davranışın çaresizlikten kaynaklandığını, bir şekilde öğretmenlerimizin suç işleyenlere ulaşması ve suçsuzları cezalandırmaması gerektiğini düşünürdüm.
Ve Sayın Bahçeli'nin sözü bana bu sıra dayağını hatırlattı. Devlet suçlulardan emin olmadığı için önüne geleni  cezalandırıyor demek ki. Çünkü 'hepsi suçsuz değil demek' aynı zamanda 'hepsi suçlu değil demek' anlamına gelmiyor mu? Devletin en önemli görevlerinden biri haksızlıklardan insanını korumak değil mi? Böyle bir olayı olumlu görebilmek ile devlet adamlığı nasıl örtüşür?
                                                        ***
Pranga: Suçu ağır mahkumların el ve ayaklarına bağlanan zincir.
Sayın Cumhurbaşkanımız 'bu sistem elimize takılı bir prangaydı' demiş, demiş diyorum çünkü kulaklarımla duymadım dün gece sürekli alt yazı geçip duruyordu.
Düşünüp durdum bütün gece, bu nasıl bir prangaymış ki bizim bu günlere kadar gelmemize engel olamamış. Siyasilerin söylevlerinin etkisini artırabilmek için bir takım benzetmeler yapması doğaldır ama bu türden benzetmeler insanlarda kalıcı bir ötekileştiricilik sağlar. Sayın Cumhurbaşkanımız bunu çok yapıyor gibi geliyor bana. Örneğin bir keresinde bir zamanlar 'moda' olan bıyık şekline bakarak İnönü ile Hitler  arasında benzerlik kurmuştu. Düşündüm benim Dede'min de o biçimde bıyıklı resimleri vardı ama faşist bir yapıya sahip olması şöyle dursun tabir yerinde ise 'pamuk gibi' Adam'dı. Bu pranga sözcüğünün arka planında bize ulaştırılmayan başka şeyler var mı bilmem ancak bu benzetme bence hiç güzel olmadı. Ve bende acaba yeni yasayla bir takım prangalar mı getirilecek düşüncesini oluşturdu.
                                                        ***
'Başkan, kaosa sebep olan bu tehlikeli kararnameyi bir an önce geri çekmeli. Yoksa ona anayasa hesabı soracağım.' Bu sözler Trump'a karşı Washington Eyaleti Başsavcısı Robert Ferguson tarafından söylendi. Bizim gibi ülkelerde böyle bir sözü edebilecek savcı yada yargıçlar olmadığı ve de Anayasa değişikliğinin böyle savcıların çıkmasına olanak sağlamayacağı için ülkemi geri dönülemeyecek noktalara taşıyacağını düşünüyorum.
Her neyin üstüne isterseniz yemin ederim ki terörist değilim ve teröristleri olumlamam -bunu yazmak zorunda hissettiğim için de ayrıca üzülüyorum- ama halk oylamasında 'hayır' diyeceğim.
Saygıyla


4 Şubat 2017 Cumartesi

III.DÜNYA SAVAŞINA DOĞRU MU?

Bir süredir, dünya ABD başkanı Trump'ın davranışlarını herkes ilgiyle; ama kimileri endişe, kimileri ise övgü ile izliyor. Yalnız Trump mı? Her ülkede Trump gibileri var aslında, ancak Trump'ın bu kadar ilgi çekmesi sanırım ABD nin gücünde saklı. Tüm ülkelerde bu türden liderler ve yandaşlarının sayısı artıyor olmasını endişe ile izlememek ne kadar olanaklı ki?
Tarih boyunca ulusların kurtuluş savaşları dışındaki savaşların temelinde ekonomik sorunların olduğuna inananlardanım. Hatta kurtuluş savaşlarında da kurtulmaya çalışan ülkeye saldıranların da bu saldırıyı ekonomik nedenlerle yaptıklarına inanırım. Ancak büyük kitleleri bu savaşlara zorlamanın temeline konulan harç insanların aidiyetidir. Kutsallarıdır. Ortaokul sıralarında bir öğretmenimiz şöyle demişti. 'Savaş yıkım ve yoksulluk getirir, yoksulluk çalışma getirir, çalışma zenginlik getirir, zenginlik gurur getirir, gurur savaş getirir ve bu böyle sürer'. Bu söze tabi ki katılmayabilirsiniz ama savaşın serüvenini ortaokul öğrencisine çarpıcı bir biçimde anlatan bir sözmüş ki bu günlere kadar aklımda kalmış.
Albert Einstein, 'üçüncü dünya savaşını bilmem ama, dördüncüsü kazma kürekle yapılacak' derken çok önemli bir tehlikeye o zamanlardan dikkat çekmek istiyordu sanırım. Kimileri de bir dünya savaşının felaket getireceği tehlikesi nedeniyle bu savaşın asla olmayacağını, bunun yerine 'silah ekonomisinin' yerel savaşlarla yetineceği düşüncesindeler. Ben de öyle düşünenlerdendim, 'böyle bir savaşı kazananın olmayacağı' gerekçesi ile. Ancak bu aşırı sağcı liderlerin sürekli  tehdit dolu söylemleri ve dünyada giderek artan ötekileştiricilik, ardından gelen ekonomik sorunların bir türlü aşılamaması, kapitalizmin karşısında sosyalizmin başarısızlığı bu düşünceyi yavaş da olsa terk etmeme neden oldu.
Lafı uzatmaya gerek yok. Artık bir III. Dünya Savaşının olanaksız olduğu düşüncesinden uzaklaşmaya başladım. Kim bilir 'kıyamet' denilen olgu belki de bu olacak. Savaşı yitiren herhangi bir ulus olmayacak ama kazanan çıkaranlar olacak. İnanıyorum ki bu savaşa karar verenler savaş sırasında dünyada olmayacak, ve dünya dışında uzayın bir köşesinde oluşturdukları yaşam üssünden Dünya'yı izleyecekler ve de belki  savaş sonrası -bir şey kalırsa- Dünya'ya geri dönecekler.
Tatil sabahı bu olumsuzluk nereden çıktı şimdi derseniz, ülkeleri yönetenler ve yönetmeye aday olanları izledikçe insan ister istemez böyle düşüncelere kapılıyor. Allah'tan okuyan çok olmuyor da yazılanlar, berberin kuyuya doğru 'Midas'ın kulakları eşşek kulakları' söyleminden öteye gitmiyor.
Dünya nimetlerinin -çok aç gözlü olmamak koşuluyla- hepimize yeteceği ve günün birinde hepimizin öleceği ve de bu nedenle bile bir birimizi öldürmenin mantıksızlığını anlamamız çok mu zor acaba?
Savaşsız bir Dünya'ya günaydın diyebilmek umuduyla.

26 Ocak 2017 Perşembe

SOSYAL DEMOKRASİ, EVET-HAYIR

Sosyal Demokrasi sözcüğünü 68 kuşağındaki kimi arkadaşların 'proleterya diktatörlüğü' söylemi sonrasında daha çok sevmiştim.  Çünkü 'diktatörlük' söylemi içeriği ne olursa olsun beni ürkütüyordu. O sözcüğün tohumlarını sulayan Rahmetli Ecevit bile sonradan sosyal demokrasiyi marksizm kökenli görüp 'demokratik sol'u icat ettiğinde de sevgim eksilmemişti. Ne yalan söyleyeyim CHP yi de bir türlü sosyal demokrasiyi öğrenemeyen bir siyasi parti olarak hissetmişimdir. Bu doğrudur yanlıştır bilemem, ama bende uyandırdığı duygu bu.
Son zamanlarda artık bu sevdadan vaz geçsem mi acaba diye düşünmeye başladım da aklıma 68 li yıllarda şu anda kim olduğunu hatırlamadığım bir arkadaşımla yaptığım söyleşi gelip duruyor. Aklımda kalan sözcüklerden arkadaşımın marksist olduğunu çıkarıyorum. Benim iflah olmaz bir 'sosyal demokrat' olduğumu ve emek ya da alın teri  duyarlılığımı bildiğinden olacak şöyle diyordu.
'Bak bu sosyal demokrasi; kapitalizmin, sosyalizmi engellemek için çıkardığı bir ideolojidir. Sermaye bu yönetim biçiminin çelişkileri azaltıp devrim sürecini sekteye uğratacağını düşünmektedir. Aslında seçimlerde sermaye partilerine oy vermek de gerekebilir ki çelişkiler artsın ve halk devrime hazır hale gelsin'
Tam bu sözcükleri mi kullanmıştı bilmiyorum ama benim aklımda kalanları bunlar. O zaman, olsun çelişkileri azaltabiliyorsa benim için de yeterli, birilerinin birilerine diktatörce davranmasından iyidir diye düşünmüştüm de vazgeçmemiştim sevdamdan.

                                                                         ***

Çocukluğumda -ki daha sonraları da- kimi büyüklerin oturdukları sandalyelerde şöyle kaykılarak, 'arkadaş,demokrasi bize yaramaz, demokrasi ile işler yürümüyor, bu işlerin düzelmesi için bize adil bir diktatör lazım' sözlerini duydukça 'diktatörü bulduk da adil olanını nasıl bulacağız' diye düşünmüştüm o çocuk aklımla. Çevrenize bakın lütfen, hala o okumuş yazmış insanlar bile lidersen 'elini masaya vuracaksın arkadaş' demiyorlar mı? Bu söylem 'liderin öncülük edebilme' özelliğinin vurgulanması anlamında mıdır yoksa kısa yoldan pratik bir çözümle 'totaliter yönetime' duyulan bir özlem mi, yoksa da 'biri söylesin biz yapalım' kolaycılığı mı? Bilemedim.

                                                                      ***
Ortak akılı şimdiye kadar çok önemsedim. Ortak akıl dediysem aynı düşünenlerin ortak aklı değil, karşıt düşünenlerin ortak aklı olarak. En beğenmediğim yönetim biçimi ise tek adama dayalı olanı ve bu nedenle 'bu kadar vekile ne gerek var nasılsa lider ya da lider kadrosu ne diyorsa ona parmak kaldırıp indiriyorlar' diye karamsar olduğum zamanlarda çok düşünmüşümdür. Anlaşılan bu düşüncemi okumuş olacaklar ki beni gıcık etmek için şimdi altı yüz öneriyorlar. 14 yıldır tek parti ülkeyi yönetiyor, birileri de çok başarılı buluyor olabilir ama ben öyle çok başarılı filan bulmuyorum. Tabi ki iyi yaptıkları şeyler vardır, olmaması mümkün değil zaten ama şöyle içim rahat bir şekilde geleceğe bakamıyorum ve biliyorum ki gelişme yollar, köprüler, tüneller değil sadece. Asıl gelişme o yapılanların öyküsünde aranmalı var mı yok mu diye.
     
                                                                       ***

Dedim ya dostlar şeytan diyor ki terk et bu sevdayı artık, bırak çelişkiler artsın. Belki de haklıydı o arkadaş. Madem ki insanlar güçlü olmanın liderleri güçlendirmekten geçtiğini görüyor, referandumda evet de de anlasınlar bir süre sonra güçlü ülke olmanın lideri güçlendirmeden geçmediğini. Çok şey mi kaybederiz, yoksa o kayıp kazancımız mı olur acaba?
                                                                     
                                                                      ***

Biraz daha düşünmem gerek.
Saygıyla.