28 Aralık 2016 Çarşamba

EĞİTİMİN GÜNAH KEÇİSİ: DERSHANELER

Aslında, bir zamanlar gazetelerin iç sayfalarında kısa bir haber olarak yer alan PİSA sonuçlarının kamuoyu tarafından bu ölçüde tartışılmasını olumlu bir gelişme olarak almak gerekir. Tartışmaları uzaktan seyreden MEB nin de tartışmalara katılması ayrıca önemli.
Sonuçlar kötü geldi ya şimdi suçlu aranıyor. Kimi merkezi sınavları suçluyor, kimi ezberci eğitimi, kimi testleri kimi de dershaneleri. Hatta sadece bir faktörü suçlayıp o ortadan kalkarsa işlerin düzeleceğini söyleyenler de var. Biri 'kaldırın merkezi sınavları bitsin bu çile' derken, kimi dershanelerin kapatılması ile sorunun kökten çözülebileceğini düşünüyor. Eğitim yaşamımızın bu kadar basit önlemlerle düzelebileceğini düşünüyorlar mı, yoksa başka nedenlerle mi öyle konuşuyorlar gerçekten bilmiyorum, ancak olayın bu kadar basit olmadığını eğitim yaşamıyla doğrudan ilgili olmayanlar bile tahmin ediyordur kanısındayım.
Sorunları tartışmaya sayfalar yetmez ama kimilerinin kolaycılığa kaçıp eğitim dünyamızın vebalini dershaneler üzerine yıkması bana biraz da 'a kuşa bak' söylemini hatırlatıyor.
Gerçekten bilimsel, özgür düşünebilmeyi, analiz ve sentez yapabilmeyi, sorgulamayı, araştırmayı vs.. ilke edinebilmiş bireyler yetiştirmek istiyor muyuz istemiyor muyuz? Bu soruyu yanıtlamamız gerek önce. Ancak 'istiyoruz' diyorsak gereğini yapabiliriz. İstiyor gibi yapıyorsak futbol deyimiyle top çevirir dururuz. Eğer istiyorsak 'ben her zaman cahilin ön sezisine güvenirim' benzeri söz edenleri eğitim kurumlarının başına getirmemeniz gerekmez mi?
Dershane konusunda dün hangi noktada isem bugün de aynı noktadayım. Dershane bir neden değil sonuçtur. Sonuçları kaldırarak sorunu çözemezsiniz. Aslında kaldıramazsınız da. Yaptığınız geniş kitlelerin dershanelere erişimini yasaklamaktır. Onları zora sokmaktır. Yoksa bu kararları alanların bir kısmı da dahil olmak üzere bir çok varlıklı insanın evlerinde dershaneler devam edecek, öğretmenin biri gelecek diğeri gidecektir. Eğer bu kurumlar yasal olmayan bazı yapılara -FETÖ gibi- kaynak aktarmakta ise o kurumlar yasal önlemlerle engellenebilecek iken toptancı bir yaklaşımla tümüyle kapatmak aranan 'günah keçisinin' bulunduğu anlamına gelmektedir.
Politik yaklaşım olarak eğitim ve sağlık konusunda 'para' nın olumlu bir olgu olmadığını düşünen biri olarak, bu yapılanmalara en önde benim karşı çıkmam gerekir ama biliyorum ki şu anda ülkenin yönetim biçimi 'sosyalizm değildir ve böyle bir düzende tamamen parasız eğitimi savunmak olsa olsa geniş halk kitlelerinin eğitimden hiç yararlanamaması anlamına gelecektir. Çünkü özel okullara gidenlerin de katılması ile devlet okulları eğitim yapamaz hale gelecektir. Bu nedenle bu gibi ortamlarda zararın neresinden dönersen kardır yaklaşımı tam olmazsa bile derde bir ölçüde çare olabilir diye düşünüyorum. Dershaneler de bu türden yapılardır. Yıllık 20 bin ila 90 bin arasında yıllık ücreti ödeyemeyenler bir ya da en çok iki yıl 5 bin ila 10 bin arasında ücretle eksiklerini tamamlama yolunu bulmaya çalışıyorlardı. Dershaneyi kaldırdığınızda aslında bu kesimin bu hizmete erişimini engellemiş oluyorsunuz.
Okullarda yeterli eğitim verdiniz de 'dershaneler' mi engelledi. Hiç test sınavına da öyle günah keçisi olarak da görmeyin. Klasik eğitimi yeterli olmayan öğrencilerin henüz niteliğini kimsenin anlayamadığı 'test tekniği'(!) ile bir yerlere gelmesi olası değildir.
Eğitim çözülemez bir sorun değildir. Ama önce gerçekten istemek gerekir. Ben ülke olarak bunu 'gerçekten' istediğimizden de çok emin değilim.
Saygıyla...

26 Aralık 2016 Pazartesi

O BİR FEDAİ ÖNCEKİ ve SONRAKİLER GİBİ-OTTO VON GUERİCKE

Havanın bir ağırlığı olduğunu düşündüğünde, onu ölçebileceği kanısına da ulaşmıştı Otto von Guericke. Bu nedenle dağlarda deneyler yapmaya başladığı zaman, onu izleyenler, 'bu adam ne gizli ve sihirbazlık işleri yapıyor' diye çoktan kendisini hiçbir dönemde eksik olmayan yetkililere gammazlamıştı bile.
Havayı düşünen doğal olarak havasızlığı, boşluğu yani hiçliği de aklının bir köşesinde tutacaktı kuşkusuz.
Ama!
Hava boşluğu denen olguyu araştırmanın binlerce yıldır günah ve yasak olduğu gerçeğini , ta Aristo' dan bu yana gelen 'Tanrı'nın boşluktan nefret ettiği ve bu nedenle de boşluk diye bir şeyin olamayacağı' söylemini ne yapacaktı? Üstelik boşluk yaratmaya çalışmanın cezasını düşünmek bile insanları ürkütürken.

Bilim insanındaki merak, öyle fena bir şeydir ki insanı yer bitirir ve komşudaki karı-koca kavgasının neden çıktığını merak etmeye hiç de benzemez hani.
Yine de tedbiri elden bırakmayarak, 'boşluk oluşturmaya çalışırken' olaydan hiç de haberi olmayan insanlarla çalışacaktı Otto.
İlk olarak fıçıyı suyla doldurup suyu kendi yaptığı tulumbayla boşaltmayı denemişti. Su boşalınca yerine başka bir şey-hava gibi- girmemeliydi. Tulumba önceleri kolay çalışırken gittikçe çalıştırmak zorlaşmış ve ancak üç kişi çalıştırabiliyor olmuştu,
O ne?
Fıçıdan korkunç sesler gelmeye başlamıştı. Su sanki fokur fokur kaynıyordu.
İşciler, eğer Otto'nun hava boşluğu yaratmaya çalıştığını bilselerdi hani bir yerde işe istemeye istemeye başlasalar da o seslerden sonra fıçıyı da tulumbayı da bırakarak ve de arkalarına dahi bakmadan kaçarlardı. Çünkü bu sesler onlar için büyük olasılıkla Tanrı'nın gazabının bir işareti olarak sayılacaktı.
Acaba Tanrı boşluk oluşmasını engelliyor muydu?
Otto tabi ki bu görüşte değildi.
Otto von Guericke, bu sesi, tahtadaki gözeneklerden içeri sızan havanın fıçı içindeki suda yükselerek su üstündeki boşluğa patlaması olarak yorumladı ve deneyi tahta ya da benzeri bir malzeme ile yapamayacağı yargısına vardı. Bu nedenle de bakırdan 55 cm çaplı ve birbirine tencere ile kapağı gibi geçen iki yarım küre döktürerek deneyi tekrarladı. Sonuç kötüydü, küre bir bez parçasının buruşması gibi buruşmuş çökmüştü.
Kimileri 'gördünüz mü Tanrı istemiyor ve isteğine karşı gelenlere böyle işaret veriyor' diyeceklerdi kuşkusuz.
Ama anlayan kim. Otto mesajı anlayacak kadar ferasete sahip olmadığı için kürenin buruşma nedenini aramaya koyuldu ve kürenin yapımı sırasında tam olarak 'küre' şekli verilememiş olabileceğini düşündü. Bu nedenle de yeniden döküm sırasında olayı denetleyerek deneyi yineledi.
Deney başarılı olmuş, boşluk oluşturulmuş küre çökmemişti. Ve de bu yarım küreleri birbirinden ayırmak için her birine sekizer tane at bağlamak gerekecekti.
Otto von Guericke'nin boşluğu oluşturmasından Tanrı da hoşnut olmuş olacak ki, bu deney, bir çok yeniliğin anahtarı olmuştu, 1640 lı yıllardı.
Alman fizikçi ve tarihçisi Dr.Hans Schimark Otto için 'Mühendisin gittiği yol bir fedailik yoluydu' diyecekti.
Öyleydi kuşkusuz, kendinden öncekiler ve sonrakiler gibi.
Çünkü, bu çaba tarihteki bir çok örnekte olduğu gibi 'bilimsel düşünebilmenin zorluğu' izlerini taşıyordu.
Saygıyla

Not:Reşit Aşçıoğlu'nun 'Fen'den Borçlu Batıya Geçmek' adlı kitabından yararlanılmıştır.



21 Aralık 2016 Çarşamba

BİR ANI, İKİ BAŞKAN: GÜNALP VE TOKER


Son zamanlarda sınav yolsuzluklarını duydukça içim bir daralıyor ki sormayın. Umutsuzluk kemiriyor beynimi. Kendi kendime 'bu işler nasıl düzelecek' diye sorup duruyorum, yanıtsız.
Kimi zaman geleceğe yönelik umutsuzluk kaplayınca, geçmişteki güzellikleri anımsayarak avunmaya çalışıyorum.
Sınav yolsuzlukları, sınav merkezinin bir zamanlar başında olan iki insanı hatırlattı bana. Altan Günalp ve Fethi Toker.
Yıllar önceydi, Altan Günalp'in ÖSYM başında olduğu yıllar.
Yabancı dille eğitim yapan ve başarısını kanıtlamış bir okulun iki öğrencisi,  akıllı ve sevimli iki kıza yardım ediyordum. Çocuklardan birinin Baba'sı, bir gün elinde bir kitapçıkla yanımıza geldi. Ankara'ya bir için gittiğinde yakın arkadaşı olan Altan Günalp ile buluşmuş konuşma sırasında kızının sınava hazırlandığını söyleyince Günalp'te ona bir soru kitapçığı vermiş ve demiş ki bu kitapçığı iyi incelesinler. Kitapçık geçen yıla ait sınav kitapçığı idi. Gülümsediğimi anımsıyorum ve ' Beyefendi bu kitapçıklar zaten okullarda şu sıralar dağıtılmaya başlandı, sizin çocuklarınıza da bugün yarın verirler, Günalp size söylediği 'bu kitapçığı iyi incelesinler' sözünü zaten her yerde kullanıyor, yeni bir şey değil' dedim. Belli ki Günalp arkadaşına sadece moral vermişti. Arkadaşının bu davranıştan ötürü şikayetçi olduğu izlenimini almadım. Aksine durumdan hoşnut görünüyordu. Şu anda isimlerini bile anımsamadığım bu iki öğrenci sınavda çok başarılı olmuşlardı.
Bir diğeri Fethi Toker, bildiğim kadarıyla Altan Günalp'in ekibindeydi. Emekliliği sonrasında çalıştığım eğitim grubunun bir başka biriminde danışman olarak bulunuyordu. Çalıştığı süre içerisinde çok yakın olduğumuz zamanlar oldu. Ama inanır mısınız kendisine 'hocam ÖSYM de bu sorular nasıl hazırlanıyor' diye sorma cesaretini bile bulamadık. Aslında soruların nasıl hazırlandığı da bizi pek ilgilendirmiyor çünkü eski dönemdeki sorular zaten kamuoyu ile paylaşılıyordu. Ama o sorunun cevabını da merak etmiyor değildik. Birlikte olduğumuz süre içerisinde ÖSYM aleyhinde kendisinden tek sözcük bile duymadım. Biz zaman zaman sorulardaki özensizlik nedeniyle ÖSYM eleştirdiğimizde de bizi sessiz olarak dinlemekle yetinirdi. Bu durumu benden daha yakın çalışma arkadaşı olan Mehmet Büge'ye sordum. 'Hoca bizi haksız mı buluyor' dediğimde Sayın Büge 'aksine' demiş ve eklemişti 'Fethi Bey ÖSYM yi çocuğu gibi görüyor ve onun bu şekilde eleştirilmesi kendisini çok üzüyor'.
Çok güzel bir kurumdu. Şahsen benim eleştirdiğim çok oldu ama bu eleştiriler sınav sorularındaki yanlışlık ve özensizlik nedeniyle idi. Böylesi sınav yolsuzlukları ile eleştirmeyi hiç düşünmedim, düşünmedik. Hatta zaman zaman böyle söylemlerle karşılaştığımızda bu söylemlere karşı çıkarak algı yaratılmaması konusunda dikkatli olmaya çalıştık. Çünkü o büyük emeklerle kurulmuş ve gelişmiş bir yapıydı, bu nedenle de yolsuzluk gibi algılardan onu korumalıydık.
Geriye dönüp baktığımızda 'zor kazanıp kolay kaybediyoruz' demeseydik ne güzel olurdu.
Günalp -şu anda aramızda değil- ve Toker -yaşadığını düşünüyorum- ekipleri ile birlikte çok güzel işlere imza attılar. Bildiğim kadarı ile son derece dürüsttüler.
Kendilerini ve arkadaşlarını saygı ile anıyorum.

9 Aralık 2016 Cuma

PİSA VE SAYIN BAKAN

Sayın Bakan, PİSA sonuçlarının analizini yapmış. Analizi okuduğunuzda PİSA sonuçlarının neden bu şekilde gerçekleştiğini daha iyi anlıyorsunuz. Sınava sadece fen lisesi öğrencileri girseymiş üçüncü olurmuşuz. Sosyal Bilimler lisesi öğrencileri girseymiş de Güney Kore'nin önünde. 'Finlandiya'nın matematik notu 34 puan düşmüş ama onlar kıyameti koparmıyor' diye sitem etmiş Sayın Bakan. Ben şahsen Bu analizleri Sayın Bakan'ın doğrudan kendisinin yaptığını sanmıyorum da, onun için daha da üzücü buluyorum olayı. Çünkü Sayın Bakan daha önce Milli Savunma Bakanı idi ve bu konulara oldukça yabancı bir bakanlıktan geliyor. Analizi Bakanlık bürokratları yaptıysa yandık ki ne yandık; o bürokratların konunun uzmanı olması beklerken başımıza gelene bakın.
Bu sınavlar, öyle belli okullara uygulanan sınavlar değil, tam da bu nedenle ülkenin genel eğitim öğretim düzeyinin bir göstergesi oluyorlar. Ülkelere 'ülkenizdeki bu yaş grubunda bulunan öğrencilerden istediğiniz bin tanesini seçip gönderin' deseler sınav sonucunun bizim için çok daha iyi olacağına inanıyorum. Bizim iyi eğitim veren okullarımızdaki öğrencilerin dünyadaki yaşıtlardan pek de aşağı kalır yanları yok. Ayrıca bir çoklarından da iyi oldukları rahatça söylenebilir. Ama bizim bir çok alanda olduğu gibi eğitimde de en önemli sorunumuz fırsat eşitliği. Tabi son günlerde fırsat eşitliğinde önemli bir adım atılarak(!) iyi eğitim veren okullardaki kadrolarda emsali görülmemiş bir değişiklikle diğerlerinin yanına çekme çabasını göz ardı edersek bu konuda sınıfta kaldığımız da açık.
Milli Eğitim Bakanlığının bütçesi son yıllarda çok artırılmış. Doğrudur herhalde. Ama artırılmış da bu paralar nerelere harcanmış. Örneğin şu bedava kitap dağıtımı çok önemli bir kaynak kaybı. Bir kere o kitapların büyük bölümü okullarda öğretmenler tarafından kullanılmıyor bile. Diyelim ki kullanılacak kadar güzel kitaplar ürettiniz. Öğrenciye zimmetli verirsiniz yıl sonunda geri alırsınız --kimi okullarda özellikle yabancı kökenli kitaplar için uygulandı- ya da ücretli olarak verirsiniz. Şu FATİH projesine ne oldu acaba. Ne kadar harcadınız. Bu proje ile birlikte ülkemiz sayısal yayıncıların en çok uğradığı ülke olmuştu belki de. Neden belli okullarda ve aşamalı olarak uygulama yoluna gitmediniz. Uygulama yanlışlarını görerek ve gerekli düzeltmeleri yaparak genelleştirme yoluna gitseydiniz belki şu anda elimizde çok önemli bir eğitim yöntemi bulunurdu. Eğitimde tek sorunumuz bütün öğrencilere uyduruk tablet dağıtımı mı idi?
Bir sendikadaki eğitimcilerin peşine takılmış gidiyorsunuz. Eğitim toplantılarında yol göstericileriniz onlar ama gidiş hiç de iyi değil bilesiniz. Irmağı yukarıya doğru akıtmaya çalışmaktan vazgeçseniz diyorum.
Bir başka üzüntüm ise ülkemizdeki muhalefet partilerinin eğitim dünyamıza yaklaşımları. Sloganik söylemlerden öteye gitmeyen öneriler. Bu gün iktidarı size veriyorum deseler ciddi bir değişim ve gelişim oluşturabilecekleri son derece kuşkulu.
Eğitim, ülkemizin en önemli sorunlarından biri ve belki de birincisidir. Çünkü diğer birçok sorunun kaynağıdır. Eğitimde 'özerklik' yoluna mı gidersiniz ne yaparsınız bilmem ama bildiğim, bir şeylerin yapılabileceğidir.
Yapın, yoksa bu yüzyılı da kaybediyoruz ve bu güzel ülkeye yazık oluyor.


7 Aralık 2016 Çarşamba

PİSA MI? PİZZA MI?

PİSA sonuçları açıklandı.
Durum.
Bildiğiniz gibi, sınav sonuçlarında iyiye giden bir şey yok.
Fatih projesi, yeni okullar, tekli eğitim, 30 kişilik sınıflar vs.
Hayır iyiye giden bir şey yok.
Pardon.
Bir şey var unuttum.
Eskiden sonuçlar açıklandığında kimsenin pek haberi olmazdı. Duyanlar da Pisa yı Pizza sanırdı. Selçuk Şirin Hoca bir söyleşisinde 'sonuçlar açıklanınca gazetelere baktım hemen hemen hiç bir şey yok kimse oralı değil' gibi bir şey söylemişti de şimdilerde sınav analizlerine bir sayfa ayrılmaya başlandı.
E bu da bir şey tabi ki diyeceksiniz.
Ve akıl vermeler başlayacak şimdilerde.
--Müfredat ağır
--Sınıflar kalabalık
--Sınav sistemimiz bozuk değiştirelim
--Sınav odaklı eğitim olmaz kaldıralım
--Disiplin aşırı, yaratıcılığı öldürüyor
--Ne aşırısı disiplin yok ki.
--Öğrencilere bir sınıfa kadar not vermeyelim bak birileri öyle yapıyor.
--Sınıfta kalmak kalktı, yeniden getirelim
--Teknoloji efendim teknoloji
--Hayır öğretmen
--Öğrenci
--Aile
......vs.
Değerli uzmanlar örneğin siz öğrenci olsanız diyorum, öyle sıradan bir okıulda. Başarınız nasıl olurdu acaba.
*Otobüste birbirinin boğazına sarılan büyükleri,
*TV lerin kadrolu tartışmacılarını
*Boğaz damarları şişerek birbirine bağıran siyasetçileri,
*Dün ömür boyu cezası kestiklerine bugün beraat veren mahkemeleri,
*Öğretmene 'bak seni amcama söylerim' diyen öğrenci arkadaşınızı
*Fazla soru soran öğrencisine 'otur lan yerine fazla konuşma, ukalalık yapma' diyen öğretmenini,
*Üniversiteyi bitirip asgari ücretle bile iş bulmakta zorlanan komşudaki abla ya da abiyi,
*Kerameti kendinden menkul kimi kimselerin ulaştığı servet ve saygınlığı,
*Paranın en yüce değer olduğunu
.....vs....vs
görseydiniz eğer ne kadar önem verirdiniz öğrenmeye.
Durum umutsuz mu?
Biraz öyle ama,biraz da...
Hemen yapılması gerekenler var, yarın yapılması gerekenler ve daha sonrasında diye de düşünmeden edemiyor insan.
Yapılamayacakları bir yana bırakıp yapılabilecekleri konuşalım yeter ki.
Köy enstitüleri gibi bir çınarı oluşturan da, kurutan da bu coğrafyada.
Konuşalım.
Ama Bertrand Russell diyor ki;
'Eğitimi belli birtakım inançları ruhlara aşılamak aracı sayanlarla onun özgür düşünce yeteneği yaratmasını gerektiğini düşünenler arasında hiç bir anlaşma olamaz'
Russel haklıysa nasıl olacak.
Bilemedim ki..

29 Kasım 2016 Salı

SİZ; NE KADAR İNSANSINIZ?

Adamın biri yeni duyduğu bir sözcükle karşılaştı mı yanındakini dürtüp sorar,
-- Ne demek istedi iyi bir şey mi?
Yanıt genellikle aynıdır.
--Bilmem herhalde.
Baştan söyleyeyim, 'iyi bir şey misiniz?' demek istiyorum.
Ortaokul çağında, onlu yaşlarda çocuklar.....
Çok büyük olasılıkla kocaman insanların aymazlığı yüzünden canlı canlı yandılar.
Çok şey söylemeye gerek yok bir an için gözlerinizi kapatın, hani şu ruh bilimcilerin dediği gibi çocukluğunuza gidin ve kendinizi o çocukların yerine koyun. Bir süre öylece düşünün. Sonra gözlerinizi açıp sorun bakalım birilerine 'siz ne kadar insansınız?' diye, ne yanıt alacaksınız?
Bazıları da kendine sorsun ama...
Eğer, binanın bazı katlarını ahşap lambri ile kaplayıp, binanın elektrik düzeninin ilkel olduğuna kayıtsız kalan yurt yöneticisi iseniz, sorun bakalım kendinize ne kadar insanmışsınız?
Binayı yapan müteahhit, mühendis, mimar, usta, kalfa olarak işinizi savsaklamışsanız sorun bakalım ne kadar insanmışsınız?
Binayı denetime birileri gelmiş de siz onlara 'bak biz falanlardanız' diye onları korkutup geri gönderdiyseniz, sorun bakalım ne kadar insanmışsınız?
Şu binanın kontrolüne 'bizdendir' deyip yine onlardan birini gönderen bir kamu yöneticisi iseniz sorun bakalım ne kadar insanmışsınız?
Binaya olur vermeyen kamu görevlisine telefon edip ya da haber göndererek 'îşi zor sokma' diyen bir politikacı iseniz sorun bakalım ne kadar insanmışsınız?
Bunlardan hiç biri olmayıp o binayı kontrol etmesi gereken bir kamu görevlisi iken, binaya gitmeden ofisinizde dedikodu, politika vs yaparken ya da kahvede pişpirik oynarken olur yazısını imzalayan bir umursamaz iseniz sorun bakalım ne kadar insanmışsınız?
Bu haberi boş gözlerle izledikten sonra, vah vah çekerek, sıcak yatağınızda keyifli bir uykuda dünyanın sıcak bir memleketinde denizin serinliğinde rahatladığınızı rüyada görebiliyorsanız sorun bakalım ne kadar insanmışsınız?
Birilerinin yazıp çizdiği gibi gerçekten 'büyüyünce şöyle olacaklardı' diye sevinmiş iseniz sorun bakın siz ne kadar insanmışsınız?
Bir de böyle bir olayda üzülerek kendince önlemler sıralayan insanları 'bunların üzüldüğü falan yok, aksine şu nedenle sevinmişlerdir' diye ileti paylaşanlar, sizler; bu çocuklar Katolik, Protestan,Musevi, ateist ya da  Rus, Alman, Fransız.. ailelerin çocukları olsaydı sevinecek miydiniz diye bir düşünün ve karar verin bakalım.
Siz ne kadar insansınız?





22 Kasım 2016 Salı

Lâl-i Gül

'Sevgilim, sana gizlice bu mektubu bırakıyorum... Seni ne kadar çok sevdiğimi söylemek için bırakıyorum bu mektubu... Biliyorum sana hiç söylemedim bunu... Seni nasıl sevdiğimi... Kendi duygularımın yoğunluğundan korktum hep... Umarım bir gün bu mektubu bulursun... 
Lâl-i Gül'
Sultan Abdülmecid'in biri kız ikisi erkek üç çocuğunun annesi Lili, saraydaki adıyla Lâl-i Gül'ün kızıyla saraydan kaçmadan önce Sultan'a yazdığı mektup. Kaçışından sonra bulması için yatak odasına saklamış, ancak Sultan bu mektubu bulamamış.
Bütün bunlar Hristina Aleksandrou'nun Lâl-i Gül -Boğaz'ın Yakutu- isimli kitaptan. Literatür yayınlarından ve de tercümesi Zeynep Albayrak'tan.
Anlatılanların ne kadarı geçek, ne kadarı kurgu belli değil. Ne kadarı gerçeklerle örtüşüyor orası da belli değil. Sonu görece mutlu biten hüzünlü bir aşk öyküsü diye de düşünebilirsiniz. Ama okuyanlara hatırlattığı ve kimi zaman unuttuğumuz bir takım olgular var.
Bunlardan biri 'harem' diğerleri de içindekiler. Kimine göre harem bir okul, doğru. Kimine göre bir hapishane o da doğru. Kimine göre türlü entrikaların, kıskançlıkların, aşkların, hüzünlerin yaşandığı ortam. Bunların bir çoğu da doğrudur mutlaka.
Çocuk yaştaki kızların kimi köle tüccarları tarafından kaçırılarak, kimi savaş ganimeti olarak, kimi birilerinin hediyesi olarak bir araya getirildiği, asıl isimleri yerine yeni isimler verilerek bir yeni kültürle büyütüldükleri ortamlar. İçerisinden Sultanlar çıkmış, Osmanlı yönetiminde söz sahibi olmuş bir tür okul aynı zamanda. Mücevher satıcılarının en gözde satış alanı. Sanatın yoğun olarak yaşandığı yer.
Ama.
Kaçı buraya kendi isteği ile gelmiş olabilir sizce ve kaç tanesi gerçekten inandığı değerleri değiştirmiştir. Acaba bıraksalar kaç tanesi eski yaşamına dönmek isterdi. Kim bilir, her türlü şatafata karşın bir çoğu; köyünün dağlarında, ovalarında koşup oynamayı, tarlasını ekip biçmeyi ve evine yorgun argın geldiğinde, eşinin omuzuna başını koyup onun söylediği bir türküyle yorgunluğunu atmayı çok daha, çok isteyecekti.  Orada güç sahibi olanlardan bazıları, kazandıkları güç nedeniyle 'iyi ki buradayım' demişlerdir kuşkusuz.
İşte en önemli nokta burası. İnsanların neyi istediği.
Ya haremdeki 'hadım'lar. Ağa bile olsalar eminim ki bulundukları konumda olmaktan hoşnut değillerdir. Ülkelerinden kaçırılıp büyük acılara dayanarak iğdiş edilirken neler düşünmüşlerdir dersiniz. Birilerine bekçilik etmek adına ne acılara katlanmışlar acaba. Böyle bir olaya neden olmak ya da böyle bir olayın içinde bulunmanın nasıl bir düşüncenin sonucu olduğunu bir düşünelim hele. Peki bütün bunlar olurken, zamanın yargıçları, hekimleri, din adamları, kanaat önderleri ne iş yapıyorlardı diye hiç içinizden geçmedi mi?
Bu yalnız bizim tarihimize özgü bir yaklaşım olmadığı da bir gerçek. Avrupa'nın şatolarında ya da saraylarında yaşananlar belki de bunlardan daha da ürkütücü.
Onun için ben sarayları hiç sevmem. Dünyanın birçok yerinde sarayları gezerken orada yaşanan şaşaa değil, hüzünler gelir aklıma. Hem orada yaşayanların hüzünleri; hem de orada yaşayanların insanlara yaşattıkları hüzünleri.
Saray sözünü hiç sevmedim. Adaletin sonuna bile eklense.
Onun için; sonunda saray diye adlandırılan bir yerde yetmiş tane kaşık, çatal ve bıçağın yer aldığı masalar yerine, Kumkapı'da bir çingenin şarkısı ve balık eşliğinde demlenmeyi yeğlerim.
İnsanlar istekleri dışında davranmasınlar, davranmak zorunda kalmasınlar, alınıp satılmasınlar diye insanoğlu 'demokrasi'yi icat etti.
Demokrasi, insanların çoğunluğun istediği gibi değil, insanın kendi istediği gibi yaşamasının en kısa ifadesidir bence.
Demokrasi dolu günler dileği ile....

8 Kasım 2016 Salı

YEŞİLBARIŞ, MEŞİLBARIŞ

Sayın Cumhurbaşkanımız İngilizceye yeni bir sözcük kazandırdı sanırım -sanırım diyorum çünkü İngilizce bilmem- 'mreen'. Bizde yeşil yanında meşil, sarı yanında marı, sağlık yanında mağlık gibi terimler de kullanılabilir ama İngilizcede böyle bir durum var mı bilmiyorum.
Doğrusu Sayın Cumhurbaşkanımızı dinlerken kendime kızmıştım. Bu yeşilbarış (greenpeace) örgütü Türkiye'nin gelişmesini engellemek gibi bir çaba içindeyse ve bu nedenle eylemlerini Türkiye'de yapıyor, diğer ülkelerde yapmıyorsa -ki ben öyle bilmiyordum- geçmişte, sınırlı sosyal sorumluluk bütçemden bu örgüte yardım ederek ülkeme karşı bir eylemde mi bulunmuştum? Bilmeyerek de olsa bu yaptığım benim açımdan pek de affedilecek bir olay değildi.
Hemen başvurunun en kolay yolu 'Google' a başvurdum. Bakın neler çıktı.
Örgüt, 1971 yılında nükleer denemeleri protesto etmek amacıyla Alaska Eyaletinden Anichitka'daki nükleer enerji sahasına girmeleri ile Kanada'nın Vancouver şehrinde doğmuş.
Temel İlkeleri:
1. Şiddetsiz Doğrudan Eylem
2. Bilimsellik
3. Bağımsızlık
4. Tabiat Anaya Saygı
Bu ilkelere ne ölçüde uyduğu bir yana çıkış noktaları bunlardı ya rahatlamıştım.
Eylemlerini Türkiye'de gerçekleştirdiği bilgi ise doğru değildi. ABD, Fransa, İngiltere, Rusya, Norveç...vs gibi gelişmiş ülkelerde de ses getiren bir çok eylemi vardı. Sahi, Sayın Cumhurbaşkanımız Rusya'da eylemi nedeniyle tutuklanan bir Türk Aktivist kızımızı ülkemize getirmemiş miydi?
Yaptığı her eylemi onaylamıyor olabilirsiniz, söylemlerini yanlış bulabilirsiniz ama bu örgütün özellikle Türkiye'nin gelişmesini engellemek istediği görüşüne sahip olmanız pek de doğru gibi durmuyor sanırım.
Bilumum santrallerde enerji üretirken çevreye geri dönüşü olmayan zararlar vermemek esas olmalıdır. Ancak enerji şirketlerinin karlarını artırmak amacıyla ilk olarak çevreye verdikleri zararı göz ardı ettikleri de bir gerçekliktir. Bu gibi örgütler, eylemleri ile kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmaktadır. Bu gibi konularda taraflar televizyonlarda tartışmalı ve halkın bilgilenmesi sağlanmalıdır. Ne yazık ki gündem bir türlü böyle konulara gelememektedir.
Bu tür örgütlerin eylemlerinden rahatsızlık duymayalım.
Ve durup biraz düşünelim, tartışalım.
Ne ölçüde haklılar.

6 Ekim 2016 Perşembe

EĞİTİMDE NE YAPILMALI?

'İkili öğretime son vereceğiz, eğitim tam gün olacak, ayrıca sınıflardaki öğrenci sayılarını azaltacağız' gibi sözcükler hemen tüm Milli Eğitim Bakanları ve Başbakanların ağzından dökülmüş, her siyasi partinin programına girmiştir.
Bu söylenenler olumsuz olgular mı?
Elbette hayır.
Ancak eğitim dünyamızın karşılaştıkları sorunlar yumağında ilk iki sırayı oluşturmuyor. Ancak oldukça güncel olmalı ki basın ve kamuoyu hemen söylenenleri tartışmaya başladı.
Önce şunu belirtmeliyim ki her tür eğitim kurumunda, çok değişik pozisyonlarda çalıştım ve bana göre eğitimimizin en önemli iki sorunu tam gün eğitim ve sınıftaki öğrenci sayısı değildir. Bu nedenle bu sorunların çözülmesi önemli olsa bile sanıldığı kadar başarı getirmeyeceği çok büyük bir olasılıktır.
Haydarpaşa Lisesinde 1971-72 öğretim yılında stajyer öğretmen olarak göreve başladığımda sınıftaki öğrenci sayıları çoğunlukla 70 in üzerinde idi - o okulda 99 kişilik sınıfta ders anlattığımı anımsarım.- Aynı dönemde ücretli olarak bir özel okulda da görev yapmaktaydım ve orada da öğrenci sayıları 15 i geçmiyordu.
Ve Haydarpaşa Lisesinin başarısı açık ara daha öndeydi.
Ayrıca ikili öğretimden, tekli öğretime geçiş olayında da başarının tahmin edildiği kadar artmadığı  yapılacak bir araştırma ile saptanabilir.
Ve yine ayrıca okulun fiziksel koşullarını iyi hale getiren bazı öğretim kurumlarında başarının buna paralel artmadığı da görülen olaylardandır.
Peki nedir en önemli sorunlar?
Aslında bunu herkes biliyor da üç maymunu oynuyor dersem yeridir.
Öğrenme olgusunun çok sayıda bileşeni vardır ve bu bileşenlerin hepsi de derece derece önemlidir ama bana göre en önemli iki bileşen öğretmen ve öğrencidir. Öğretmen ve öğrencide yeterli niteliğe ulaşılabilirse mekan sorunları bir ölçüde aşılabilecektir.
Öğretmenler her bakımdan iyi yetiştirilmelidir. Öğretmenler iyi bir akademik bilgi yanında, öğretme ve sorun çözme becerilerine sahip olmalıdır. Sorgulama ve tartışmanın ne olduğunu bilen, araştıran, araştırmalarını uygulamaya dönüştürebilen ve bu özelliklerini öğrencilerine aktarabilen bireyler olması gerekir öğretmenlerin. Bunun için eğitim fakültelerinde yapılacaklar elbetteki önemlidir ama asıl olanı okul içerisinde -okulda yeterli öğretmen yoksa birbirine yakın bir kaç okul öğretmenleri bir araya getirilerek- yapılacak hizmet içi eğitimlerdir. Bütün bunları yaptınız ama öğretmenin sosyal ve ekonomik problemlerini çözmediniz. Yaptığınız her şey kağıt üstünde kalacaktır. Şimdiye kadar hep öyle olmuştur.
Öğrencilerde de 'öğrenme isteği' oluşturabilmek bir o kadar önemlidir. Bunun yapılabilmesi belki öğretmen sorunundan da zor ve kapsamlı olabilir.
Bina yapmak, öğretmen atamak, donatı sağlamak bu sorunların yanında daha kolay ve ekonomik açıdan rahat çözülebilecek konular olup 'önce bu kolay olanları yapalım zor olanı sonra çözeriz' görüşü, 'öğrencilerin bir sınavda kolay sorudan başlaması' gibi bir şey değildir. zor olan asıl sorunu çözmeden kolayı çözmek bir süre sonra o kolayda yapılanların etkisiz hale geleceğine emin olunuz. Şimdiye kadar hep böyle olmuştur. Örnek Fatih projesi. Yapılan harcamalar, sadece birilerinin ekonomik durumunu iyileştirmekten öte bir yarar getirmemiştir.
Bu kadar sorun varken kaynakları kullanmada eğitime bu yatırımı yapmak -hemen sonuç vermeyeceği için- tuhaf algılanırsa, bu sorunlarımızın hep süreceğini bilmelisiniz. Rasyonel eğitim politikaları geliştirmediğimiz sürece zaman zaman birileri birilerine yaşamlarını yitirdiğinde 'peygambere komşu' olacağını söyleyecek ve o birileri de buna inanacaktır. unvanları prof olsa bile.
İnanın toplum ve yöneticiler olarak şu 'lüks' sevdamızı gemleyebilir isek bu sorunları çözeriz.


6 Mayıs 2016 Cuma

DARBE Mİ?

Sayın Davutoğlu'nun görünürde ayrılması, gerçekte ayırılması sonucunda ülkede 'kaos' olur mu biçimindeki bir soruya verilecek en güzel yanıt 'bir değişiklik olmaz' olacaktır sanırım.Çünkü kimilerine göre ülkede zaten bir 'kaos' var, kimilerine göre ülke 'güllük gülistanlık'.
Sarayın darbe yaptığını söylemek 'mış' gibi yapılanlara inanmak saflığından gelmiyorsa; 'mış' gibi yapmaktan başka bir şey değildir.
AKP nin aldığı oyları Davutoğlu'na yazmak ise siyaseti benden de az bilmek anlamına gelir ki, bu doğru olamayacağına göre,bu da 'mış' gibi yapmaktır.
Davutoğlu ile Erdoğan arasında bir ideoloji farklılığı yoktur, olsa olsa belki birazcık yöntem farklılığı vardır ki o da  okuma yazma farklılığından ileri gelmektedir.
Onun için 'ne olur?' sorusunun en güzel yanıtı 'değişiklik olmaz' dır.
Çünkü Sayın Erdoğan zaten Başkan gibi davranıyordu, yine başkan gibi davranmayı sürdürecektir. belki Bakanlar kuruluna daha sık başkanlık eder hepsi o.
Unutmayın insan kendi elinde olmayan bir 'erk' için darbe yapar. Erk elindeyse yaptı 'darbe' değil 'düzenleme' olur.
Şimdilerde bir Başbakan toto oynanıyor ki sormayın gitsin. E kimseden aşağı olmak istemeyeceğimden toto ya ben de katılayım.
Tutmayacağını bile bile. Maksat spor olsun.
1.Binali Yıldırım Başbakan olmaz. O'nun görevi Başbakanlara ayar vermektir ve görevini sürdürecektir.
2.Berat Albayrak da olmaz. O'nun işi gayet iyi
3.Benim iki adayım var.Bekir Bozdağ ve Nabi Avcı.
Neden mi?
Bence bu yönetimin en kötü olduğu iki alanı Adalet ve Eğitimdir de ondan.
Bakalım göreceğiz.

23 Nisan 2016 Cumartesi

MERKEZ PARK

Zaman zaman çok tartışılan bir iş adamı şirketinin kapısından çıkıp son derece lüks otomobiline binerken 'çek centrel parka' diyor ve yeni projesinin reklamına başlıyor.
Reklamı izlediğimde, bana oldukça itici gelen ve bana göre kapitalistlerin 'bir kötü örneği' olan bu iş adımından mıdır nedir bilmem ama, reklamdan rahatsızlık duyduğumu belirtmek isterim.
Ve yıllar öncesine gittim.
Benden yaşça küçük bir dostum, arkadaşım, tekstil sektöründe ve ismi yabancı olan bir kot fabrikasının bilgi işlem bölümünde çalışıyordu. Sektörü bilmediğimden çalıştığı yerin bir yabancı şirket olup olmadığını sormuştum. Yanıtı 'hayır' dı. Şirketin sahibi Türk'müş. Bende neden şirketin ismi yabancı bir şahıs ismi diye sorunca, daha önce kot firmasının Türk ismi ile satış yaptığını ancak ismi yabancıya dönüştürdüğünde işlerinin açıldığını söylemişti. O zamanlar şaşkınlıkla üzüldüğümü anımsıyorum, üretilen ürünün ismi niteliğinin önüne geçti diye. Daha doğrusu yurdum insanı kendi insanından çok yabancılara güveniyor diye.
Yurdum insanı haksız mıydı? Tabi ki hayır. Bu davranışı sanırım kendisinin ya da büyüklerinin deneyiminden kaynaklanıyordu da, yine de aldatılıyordu işte.
O gün, bu gün bu davranış biçimi düşünür dururum.Acaba bir aşağılık kompleksinin sonucu mu bu diye.
Hani çoğu müteahhitlerimiz için muhafazakar bir düşünce yapısına sahip oldukları kanısı yaygındır da ürünleri pek öyle değil anlaşılan. Şimdi burada isimlerini tek tek saymayayım ama konut projelerinin, konut sitelerinin isimlerine bir bakın şöyle kaç tane Türkçe isimle karşılaşırsınız. Örneğim 'yuvam' yerine ingilizcesini söylediğinizde daha bir entellektüel mi oluyorsunuz acaba. Yaşamını yitiren bir arkadaşım için 'isıklar içinde uyusun' yazdığımda bir başka eski arkadaşım İslami jargon kullanmadığımdan ötürü beni gerzek ve münafık ilan etmişti de; acaba bu muhteremleri projelerinde İslami isimler kullanmadıkları için neden kimse eleştirmiyor? Cüzdanları benimkinden kalın diye mi?
Günlerden bir gün, Amerika'da bir konut üreticisinin projesine 'merkez park' adını vererek reklam yapması dileğiyle.
Saygılar.

22 Nisan 2016 Cuma

23 NİSAN

Yarın 23 Nisan.Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Bu günlerde Bu Bayramın kutlanması ile ilgili olarak bir tartışmadır gidiyor. Ulusal Egemenliğin simgesi olması gereken TBMM Başkanı 'şehitler' nedeniyle Meclis Başkanı olarak vereceği resepsiyonu iptal etmiş ki bu türden bayramları kutlayabilmek için nice şehitler verdiğimizi bile  bile.
Resepsiyon öyle abartılı bir eğlence değildir ki 'şehitlerimize' saygısızlık oluştursun. Bence anlamak mümkün değil. Herhalde bu davranışı anlamak için bende olmayan bir zekaya sahip olmak gerekir.
Milli mücadeleyi gerçekleştiren irade TBMM nin açılış gününü neden çocuklara armağan bir bayram olarak kutlamayı yeğledi acaba? Bu bir rastlantı mı? Yoksa bilinçli bir tercih mi?
Çocukluk dönemi kuşkusuz yaşamın  en temiz, en çıkar duygusundan uzak, en doğal bölümüdür (Her ne kadar biz büyükler doğumundan başlayarak çocuklarımızı 'bak bana gelirsen sana şeker vereceğim' türden sözlerle çıkarcılığa onları özendirsek bile yine de yaşamın en çıkarsız bölümüdür.)
Belki de Cumhuriyetimizin  kurucuları başta Yüce Atatürk, kurdukları bu yeni devletin temellerini atarken temiz, kişisel ya da zümresel çıkar hesaplarının yapılamadığı hakça yönetilen bir ülke düşlemişler ve kuruluş gününü yaşamın en temiz ve doğal dönemi ile özdeşleştirmek istemişlerdi.
Onlar kurdular, anlaşılıyor ki bizler gereği gibi sürdüremedik.
Ama.
Yine de.
23 Nisan.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız KUTLU OLSUN.
Güzel Günlere.....

2 Nisan 2016 Cumartesi

SINAV SONRASI OKUL SIRALAMASI-1

'Okullararası rekabetin ticari boyutta yaşanmaması, öğrencilerin lise seçimi yaparken etkilenmesi,ortaya haksız bir rekabetin çıkma olasılığı ve özel okulların bu sınavda elde ettikleri dereceleri reklam olarak kullanmaları nedeniyle açıklanmıyor'
Bu, Milli Eğitim Bakanlığı'nın sınav sonrası okul sıralamasının kamuoyu ile paylaşımı konusundaki açıklamasıdır. Bazı sözler kulağa hoş geldiği için çoğunlukla doğru kabul edilir ya, bu da onlardan biri bence. Bu konular bir yazının sınırlarını aşacak boyutlu olduğundan konuyu 'bölerek' görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Öncelikle okul seçimi yapılırken 'etkilenme ve haksız rekabet' üzerinde durmak istiyorum. İşin akçeli kısmi özel okul ve reklam konusunu başka bir yazıda değerlendireceğim.
Eğitim verenin ölçmeyi -yani çoğunlukla sınavı- yapmadığı sistemlerde tabir yerinde ise 'takke düşer,kel görülür' durumu söz konusudur. Bu sınavlar iyi düzenlenmiş ise -mümkün olduğunca ve önemleri ağırlığında tüm konuları kapsayan, düzgün ve anlaşılır cümlelerle kurulu net sorulardan oluşturulmuş- gerçekten eğitim düzeyi hakkında önemli sonuçlar verir. Bu sonuçların bazılarını değerlendirebilmek için akademik bilgi gerekir ancak yararlanabileceği sonuçların kamuoyu ile paylaşılması da son derece önemlidir ki bunlardan biri de okulların bu sınavlardaki başarı sırasıdır.
Doğal olarak aileler çocukların iyi eğitim veren okullarda okumasını isterler. Aslında bu bugünün bir olgusu değildir; benim öğrenciliğimde de böyleydi öğretmenliğimde de. Kayıtların ikametgaha göre yapıldığı yıllarda,  istediği okulun bölgesine evini taşıyan çok sayıda ailenin var oluşu o dönemi yaşayanlar tarafından bilinen bir gerçekliktir. Bu konuda bir başka yöntem daha vardı ama dilerseniz burada onu gündeme getirmeyeyim.
Öğretmenlik yıllarımda en önem verdiğimiz şeylerden biri, çalıştığımız okulun bu tür sınav ve bilimsel yarışmalarda aldığı sonuçlardı. Bu alanlarda yaşadığımız başarılar bizi son derece mutlu ve motive ederdi. Bir başka okulun başarısının bizim önümüze geçmesi ise hem bizi üzer hem de bunun nedenleri üzerine kafa yormamıza neden olurdu; bunun için geri kaldığımız noktalarda neler yapmamız gerektiği üzerinde düşünür ve önlemler almaya çalışırdık. Bana göre, tam da bu nedenlerden ötürü bu sıralamaların açıklanması gereklidir. Açıklanmadığı zaman etkilenme olmuyor mu sanki? Hem de Ayşe Hanım'ın ya da Ahmet Bey'in söylediği sağlıksız 'dedikodu' kökenli etkilenmeler. İşte 'haksız rekabet' dediğiniz aslında burada ortaya çıkmıyor mu?
Şimdi kimilerinin 'sizin söylediğiniz gibi öğretmenler artık bu konuları kendilerine dert etmiyorlar' dediğini duyar gibi oluyorum. Bana göre hala öğretmenlerin büyük bölümü bu duyguları yaşıyor, yeter ki biraz da onların dediklerine kulak verebilelim.
Bu konular öğretmenler tarafından dert edilmiyor diye düşünüyorsanız, çözüm hem zor, hem de basit 'bu konuları kendisine dert edinen öğretmenler' yetiştirmelisiniz.
Saygıyla...

1 Nisan 2016 Cuma

AÇIK UÇLU SORULARA DOĞRU MU?

Ali Nesin bir söyleşinde 'Ben olsam, Matematik bölümüne öğrenci alırken adaylara çözümsüz bir soru verir ve çözüm için en çok uğraşanı seçerdim' anlamına gelen bir ifadede bulunmuştu. Günümüzde bir üst okula öğrenci seçimi için yapılan sınavlarda en çok eleştirilen 'test' sınavları günah keçisi haline getirilmiş durumda. Aslında bu kadar eleştiriyi de hak etmiyor bu sınavlar. Sorular emek harcanıp güzel hazırlanabilirse oldukça adil sonuçlar veren bir sınav türü. Bu nedenle de bu tür sınavların dünya genelinde bir vazgeçilmezi. Bizim gibi bazı ülkeler yalnız test sınavını kullanırken bazı ülkeler test sınavlarının yanında açık uçlu sınavları da değerlendirme içine almaktadır. Örneğin ABD de yapılan bu tür sınavlarda %70 test, %30 açık uçlu sınavlar dikkate alınmaktadır. Bizim gibi sınava giren öğrenci sayısının çok olduğu ülkelerde mutlaka açık uçlu sınavları değerlendirme güçlüğü vardır ancak olanaksız değildir. Şu anda uygulanan YGS için açık uçlu soruları kullanmak belki çok zor bir olaydır ama pekala LYS de bu sorular kullanılabilir diye düşünüyorum.
ÖSYM nin son açıklaması; 'ayrı bir yanıt anahtarı olmayacağı, kitapçıkta her sorunun altında işaretleme yapılacağı ve her adaya ait kitapçığın bütün sayfalarının taranıp kaydedileceği' çalışması bana sanki açık uçlu sorulara geçişin bir hazırlığı gibi geldi. Çünkü bu şekilde taranan sayfalardaki sorular kişi bazında değil soru bazında değerlendirme öğretmenlerine gönderilir ve öğretmenler kişileri bilmeden soruları değerlendirir. böylece de adam kayırmanın önüne geçilebilir. Her soru beş değerlendirme öğretmeninin bilgisayarına gönderilip ortalaması alınarak o sorunun sonuç puanı belirlenebilir. Değerlendirmeler arasında çok farklılık varsa en yüksek ve en düşüğü atılarak diğerlerinin ortalaması alınabilir ya da yeniden değerlendirilebilir.
Dilerim ve umarım ki bu sınav türüne geçilir.
Tabi ki öğrenci seçerken başka kriterler de kullanılabilir.Örneğin ulusal ya da uluslar arası -önceden belirlenmek koşuluyla- yarışmalarda derece alanlara ek puanlar verilebilir. Ya da en güzeli sınavlar yapılır puanlar belirlenir ve üniversiteler öğrenci seçimi konusunda serbest bırakılır. Hangi üniversitenin hangi puana göre öğrenci alacağı o üniversitenin senatosu tarafından belirlenir.
Peki sınavsız olmaz mı?
Kusura bakmayın ama bu koşullarda bence sınavsız olmaz.
Sınavsız olursa daha büyük haksızlıklarla karşılaşırız.
Saygıyla

29 Mart 2016 Salı

YENİ KİMLİKLER

Sanıyorum bir ay kadar önceydi. Sosyal medyada bir ileti okumuştum iletide yeni kimliklerin rengi  ve üzerindeki resim eleştiriliyordu. O iletiye yazdığım yorumda ise rengini bilmem ama resmi yanlış bulduğumu yazmış ve haberin de yalan olma olasılığının yüksek olduğunu düşünmüştüm. Kimilerine göre Cumhurbaşkanlığı külliyesi, kimilerine göre ak-saray,kimilerine göre kaçak saray diye anılan ve toplumun daha isminde anlaşamadığı bir binanın resminin herkesin kullanacağı bir kartta kullanılmasının biraz mantıklı düşünenlerin kabul etmeyeceğini ummuştum.
Bu gün 'bu kimliklere' hayır diyen bir kampanya başlatıldı. İmzaladım ve bazı sorular sormak istiyorum. Bazılarını 'bölücü' diye suçlarken toplumun üzerinde anlaşmak şöyle dursun tam karşıt görüşlere sahip olduğu bir binanın resmini kimliklere koymak kimin fikriydi acaba? Peki bu simgesel de olsa bir bölücülük değil mi? Toplumun önemli bir kesimine karşı bir dayatma değil mi? Diyelim ki yarın iktidar değiştiğinde kimlikleri iptal edip kendine göre bir resimle yeni kimlikler çıkarırsa ne olacak? İktidarlar değiştikçe kimlikler mi değişecek?
İlla kimliklerde kullanmak istiyorsanız AkPartinin üye kimliklerinde kullanabilirsiniz.
Bakın aksi halde ne olacak biliyor musunuz? Büyüklerimiz bir yerden bir yere giderken o trafiği kesip insanları beklettiğinizde insanlar neler söylüyorlarsa o kimliğe her baktıklarında ve o kimliği her kullandıklarında onları söyleyecekler. İlla neler söylediklerini öğrenmek istiyorsanız o gibi durumlarda ajanlarınızı halkın içine yerleştirin öğrenirsiniz.
Beyler yapmayın. Bu ülke insanlarına bu coğrafyaya yazıktır. Yeryüzü Cennet'i diye övündüğümüz ülkenin kıymetini bilelim. Farklı düşünmek birlikte ve dostça yaşamaya engel değil. Bunun için karşılıklı biraz saygı gerek hepsi o kadar.
Kimliklere konacak resim konusunda o kadar çok seçenek var ki. Bula bula sarayı mı buldunuz? Hiç bir zaman saraylar halkı temsil etmez unutmayın. Toplumu sürekli gergin tutarak sizi destekleyen halk kesiminin dağılmasını önlemek bir süre için geçerli bir taktik gibi görülse de bir süreden sonra tam ters etki yapacaktır, bunu da unutmayın. Kimliklere koyacağınız resim için benden size bir,kaç öneri. İlk meclis binası, şu andaki meclis binası,Türkiye haritası olabilir mesela. Tabi bu konunun uzmanı sanatçılar çok daha farklı seçenekler sunabilir. Olmadı mı resim koymasanız ne olur? Bence bu günkünden daha iyi olur.
Birlikte olmanın en pratik yolu karşındakine saygıdır.
Saygıyla...

27 Mart 2016 Pazar

EĞİTİCİ OLMAYAN EĞİTİMCİLER(!)

Aslında bu gün bir daha yazmayacaktım. Ancak bu akşam dinlediğim 'eğitim' ile ilgili bir haber üzerine yazmadan duramadım. Aslında yazmak da çok bir şey değiştirdiği yok da yüreğimizi ferahlatmaya çalışıyoruz hepsi o.
Eğitim Bir Sen'i duymuşsunuzdur. Hani o ünlü 4+4+4 ün yılmaz savunucuları. O dönemde şimdiki Sayın Bakan Komisyon Başkanı idi. Tasarı üzerinde tartışmak yerine milletvekillerine koruma görevlisi gibi önlem aldırarak tasarıyı komisyondan geçirmişti. Daha sonra da sanki sistem tıkır tıkır çalışarak eğitim dünyamıza olumlu bir katkı yaptı ve sonuçları da dünyada yankı bulmuş gibi Sayın Cumhurbaşkanı'mızın bir yut dışı gezisinden döndüğünde, 'bize bu güzel sistemi nasıl oluşturdunuz diye soruyorlar' anlamına gelecek sözlerini duyduk. Artık sistemin eğitim dünyamıza katkıları hakkında karar vermek için eğitimci olmaya gerek yok her halde. O tasarının ne ölçüde gerçek eğitimciler tarafından hazırlanmış ve tartışılmış olduğu kuşku götürür durumdaydı. Daha sonra bu eğitim bir sen ileri gelenleri 'karma eğitimin pedagojik olmadığı' yönünde beyanları oldu. Kız çocuklarını bazı muhafazakarların okula göndermediği, onları okula çekebilmek için 'kız okullarına' gerek olduğu -doğru olmasa bile- başka, karma okulların pedagojik olmadığını söylemek başka şeydi. Kız ve erkek öğrencilerin aynı okulda okumasını sakıncalı bulan yine bu sendika yöneticileriydi. Onlara göre kız ve erkek öğrenciler 'ateş ile barut'tu ve aynı ortamda bulunurlarsa ders izleyemez hep akılları başka yerde olurdu. Tabi bu arada uluslararası sınavlarda nasıl oluyor da karma okul öğrencilerinin başarılı olduğu sorusu askıda kalıp duruyordu.
Ve şimdi genel başkan yardımcısı şöyle buyurdu 'eğitim sistemimizde kemalizmin etkilerini tamamen silmeliyiz. Bizim bir medeniyet problemimiz var'. Doğrudur öyle bir problemimiz var da bunun nedeni de kemalizm değil. Her kesin merak ettiği ise, eğitimde kemalizmin etkisinin neler olduğu ve bunu kaldırılıp yerine neyin getirilmek istendiği ise yine havada kaldı.
Bir fizik öğretmeni olarak 'kemalizm'in hiç bir olumsuzluğu hissetmedim. Tabi yıllık ve bir dönemde uygulanan günlük planlarda Atatürk'ün konularla ilgili sözlerini öğrencilerle paylaşıp açıklamak dışında. Atatürk'ün basınç ya da dinamik konuları ile ilgili bir söylemi yoktu. Ancak ülkenin ileri uluslar arasında yer alabilmesi için bilim ve sanatta gelişim göstermesi gerektiği yönünde söz ve çabaları vardı. Kimi aklı evvellerin sabahtan akşama kadar yüz defa 'Atatürk' derseniz Atatürkçülük yaşamımızın değişmez bir olgusu olur mantığı dışında eğitim dünyamızda medeni dünya ile çelişen neyini saptamışlardı ki.
42 yılını 'aktif eğitime' vermiş biri olarak bu tür söylem ve davranışlardan son derece rahatsız oluyorum ve ülkemizin bu eğitici olmayan eğiticilerin etkisinden bir an önce kurtulmasını diliyorum.
Saygıyla...

RADİKAL OLMAK

Kimilerine göre radikal olmak 'kesin çözüm' açısından son derece önemli ve yararlıdır. Ancak radikal davranışların sonunun nereye evrileceğini kestirmek de aynı ölçüde zordur ve hiç de arzu etmediğiniz sonuçlar doğurabilir.
Siyasi tarihimiz incelendiğinde, kimi politikacıların 'dinamizminden yararlanmak' adına radikal çevrelerle iç içe siyaset yapmayı benimsedikleri yadsınamaz bir gerçekliktir. Tabi ki bu çevreler de bu toplumun içindeki yapılardır ve söylemleri göz önünde tutulmalıdır. Ancak 'sınıfın en hergelesini sınıf başkanı yaparak sınıfta düzen sağlamaya çalışan öğretmen' yanılgısına düşmek ülkede geri dönülmez olumsuzluklara neden olacaktır.
Çok uzaklara gitmeyelim yakın tarihimize bakalım yeter sanırım. Bir zamanlar CHP laik sol söylemleri, AP muhafazakar ve sağ söylemleri öne çıkararak politika üretmeye çalışan siyasi partiler idi. Kimi çevreler CHP li yöneticilerin çoğunlukla 'dini vecibeleri yerine getirmeyen insanlar' olarak görürken, kimi çevreler AP yöneticilerini 'dini istismar' etmekle suçluyordu. Aslında her ikisi de tam doğru değildi ve bu durum taraflarca da biliniyordu.
Gerçekte 'ortanın sağı' ve 'ortanın solunda' olmaya çalışan bu iki siyasi parti ülkemizin sağ ve sol radikalleri ile sağlıklı ilişkiler geliştirebilseydi ülkemiz hem 'darbeler' hem de 'toplumsal kutuplaşma' açısından her halde bu kötü durumda olmazdı. CHP ve AP sol ve sağ radikaller üzerinde etkisiz kalırken ülkemizin sosyolojik yapısının da bir sonucu olarak sağ radikallerimiz bürokrasi ve siyasette son derece etkili konumlara geldiler. Ancak şu anda görülüyor ki 'radikalleşme sınırı bulunmayan bir olgu' olduğu gerçeği ile iyiden iyiye tanışmış bulunuyoruz. Sağ siyaset içinde yer almış kimi etkili politikacılar zaman zaman çıkıp bir takım uyarılarda bulunsa da bırakın etkili olmayı 'hain' ya da ona yakın yaftalarla karşılaşmaktadırlar. Sol radikaller ise 'azınlık olma' da daha kötü durumdadırlar.
'Orta sağ' grup radikallerini frenleyemediği ve siyasi hareket alanını yitirdiği için, bir kısmı CHP içerisinde siyaset yapmaya çalışmış ve halen de çalışmaktadır. Bir zamanlar 'bunlara iki koyun verseniz güdemezler'; 'ortanın solu Moskova yolu' diyenler son zamanlarda kamuoyu önünde CHP seçmeni olarak algılanmışlarsa da artık etkilerini iyice yitirmişlerdir. Muhtemeldir ki şu anda iktidarda bulunanlar da bir süre sonra kendilerinden daha radikaller ön plana çıktığında 'orta sağ' daki politikacıların bu günkü durumuna düşeceklerdir. Bunu işaretleri bugünden görülmeye de başlandı zaten.
Sol radikallerin ülkemizde başarı şansı yok olmakla birlikte, topluma hep 'potansiyel büyük tehdit' olarak sunulma durumunu koruyacaklardır.
Bugün siyaseti din ekseninde yaparken zorlanmayanlar kontrolü kaybetiklerinde ülkemiz için durum herhalde bugünden oldukça farklı olacaktır.
Orta doğunun bilimden uzak,anti demokratik ve dengesiz ülkelerinde biri olma yönünde hızla ilerlemekte olduğumuz duygusu ülke genelinde azımsanmayacak sayıda insanımızda oluşmuş durumda.
Demokrasi kurallarını tam olarak işletebileceğimiz ve inanç dünyasını bilim dünyasının bir alternatifi olarak görmeyeceğimiz günler dileği ile.....

19 Mart 2016 Cumartesi

YÜREK VE MENGENE: ÖFF!

Yüreğiniz bir mengene ile sıkıştırılıyor gibi geliyor mu size de? Herkes birbirine 'ne oluyor,ne olacak bu işin sonu?' diye soruyor da birileri birbirine meydan okuyup duruyor. Ve biz de bu meydan okumaları hangisi gerçek, hangisi sahte diye tartışıp duruyoruz hararetle.
Ortalık meydancı doldu.
Yıllardır 'bilim' sözcüğünü bir çok şeyin önüne koyduk da bir türlü beynimizin içine yerleştiremedik. Bilim; zor iş, çalışmak lazım, emek vermek lazım,kaynak ayırmak lazım, sabır lazım. Ancak işleri Allah'tan çözmesini beklemek çok daha kolay nihayetinde senin için dua ya, düşmanın için  bedduaya bakıyor.
Elin oğlu 24 saat önce terör saldırısı ihbarı alınca okuldan konsolosluğa kadar ne varsa kapattığında gücenip 'ayıp oluyor' demiştin ya onun yurttaşının canının pek tatlı olduğunu unutmuştun nedense. İhbardan sonra gereğini yapmayıp kulak arkası etselerdi kıyamet kopardı herhalde.
Lanet okuma, kınama gibi sözlere karınları tok, terör olaylarını gerçekleştirenlerin de ne kötü insanlar olduğunun söylenmesi bir anlam ifade etmiyor onlar için; 'Allah'tan gelene yapacak bir şey yok' lafı da onları yatıştırmaz, saldırıda 'ölenler şehit olmuştur'  deseniz de yürekleri soğumaz,bir de kötü kötü bakar yüzünüze.
Bazı büyük yorumcular(!) batı ülkelerinde on yılda bir gerçekleşen terör olaylarını örnek göstererek ahkam kesiyor ya beyaz camda, bizler de kuzu kuzu dinliyoruz.
Yüzlerce polisi diksen de, meydanlara, polis sayısını bir kat daha artırsan da önlemek pek olanaklı görülmüyor terör olaylarını.
Önce güçlü bir ülke olmalısınız hem bilimde, hem ekonomide ve de hem de sanatta. Bunun için çok çalışmak gerek. Daha sonra ülkende yaşayan insan sayısının çok olmasının bir güçlülük göstergesi olmadığını anlamanız gerek. Nitelikli yurttaşlara sahip olmanız gerek. Tabi o zaman yöneticiler de nitelikli olmak zorunda kalacak ama ne yapalım. Dikkat etsenize 'kalabalık akrabaların 'güçlülük anlamına gelişi ancak feodal toplumlarda geçerli, gelişmiş toplumlarda değil.
Ve an itibari ile de Almanya Dış İşleri Bakanlığı Türkiye'deki vatandaşlarını kalabalık yerlerde dolaşmamaları, mümkün olduğunca otelden çıkmamaları konusunda uyarıyor. Diyor ki bizim internet sayfalarımızı inceleyin, açıklamalarımızı izleyin.
Şöyle deseydi örneğin, TC İçişleri Bakanlığı internet sayfasında bir çok dilde açıklama yapacak onları inceleyin nede olsa kendi ülkeleri, en iyisini onlar bilir.
Acaba yine ayıp ettiler diye düşünüyor musunuz?
Yüreğimi lanet olası bir mengene sıkıştırıp duruyor hala..

18 Mart 2016 Cuma

DURUM İYİ DEĞİL

Beşiktaş'tan 4.Levent'e gitmek üzere otobüsteyim. Levent durağında bir grup öğrenci biniyor. YGS den çıkalı üç gün olmuş,dolayısı ile konuları YGS.
Öğrencilerden biri:
--Ben TM ciyim ama sınavda büyük taktik hatası yaptım. Türkçeden sonra sosyale geçtim. Sosyal de zor çıktı, dolayısı ile matematik sorularına yeterli zaman kalmadı.
Bir diğeri:
--Ne zaman belli olur acaba?
Önceki:
--Nisan'da belli olur kesin
Bir başkası:
--Soruları açıklasalardı, insan ne kadar yaptığını sonuç açıklanmadan önce anlardı
--Açıklıyorlar ama yüzde yirmisini
--Anlamıyorum neden hepsini açıklamıyorlar
--Eskiden açıklıyorlardı halbuki.
konuşmalar böyle sürerken 4.Levent'e gelmişiz. Gençleri otobüste bırakıp iniyorum. Ama aklım karışık. ÖSYM bu yıl soruların tümünü yayınladı. Bu öğrencilerden hiçbiri soruların yayınlandığının farkında değil.Demek ki gündemin kendileri ile ilgili bölümlerini bile izlemiyorlar. Hadi onlar izlemiyor öğretmenleri de sınav sorularının açıklandığını söylememişler mi? Hatta sınavda çıkan soruları sınıfta tartışıp çözmemişler mi?
Güya bu sınav insanlarca çok önemseniyormuş. Herhalde bir kesim için öyle. Diğer kesimin ya umudu yok ya da 'okuyup ta ne olacak' mantığını içselleştirmiş.
Hangi durum söz konusu olursa olsun 'eğitim öğretimde' durum iyi değil.
Geçmişte sınav sonrası yaptıklarımızı düşünmeden edemiyorum.

16 Mart 2016 Çarşamba

BİRLİK OLMA ZAMANI

Gençlik yıllarımda sanıyorum Rüstem Batum'un bir programıydı, konusunu pek hatırlamıyorum ama barış ile ilgili olsa gerek. İçlerinde üç dinin temsilcisinin de bulunduğu geniş bir katılımcı grubu vardı. Din adamlarının hemen hepsi kendi dinlerinin barışı ne kadar öne çıkardığını, çatışma ve kavgaya ne kadar karşı olduğunu kutsal kitaplarından alıntılar yaparak uzun uzun anlatmışlardı. Çok eski bir program olduğu için şimdi yazacağım cümleyi Rüstem Batum mu söyledi yoksa benim aklımdan şunu sorsa diye mi geçti anımsamıyorum. 'Arkadaş,birileri bizi fena kazıklıyor üç dinde de barış bu kadar kutsal ise bu savaşları kimler yapıyor?'
Terör bir insanlık suçudur demeyen var mı? Bizim 'terörist' dediklerimiz bile bu fikirde ama onlar devletlerin terör uyguladığı görüşünde.
Önce terör ve terörist tanımında anlaşılmalı. Benim tanımım kısa 'elinde silah bulunmayan insanı ya da insanları kim ki öldürüyorsa teröristtir'. Tabi ki bu tanıma katılmayabilirsiniz zaten ben de bu konuda tanımlama yapabilecek bilgi ve beceriye sahip değilim. Önce bu tanımda birleşilmelidir. Eğer birleşilemiyor ise BM nin terörist kabul ettiğiyle yetinilmesi gerekecek. Bana karşı mısın o halde 'vatan haini'sin ya da 'terörist'sin mantığı yanlış. Geçmişte vatan haini ilan edilen bir çok kişinin aslında vatan haini olmadığı yalnız yönetime ters gelen görüşlere sahip olduğu anlaşılmadı mı? Yurt dışına kaçanlar canını kurtardı kaçamayanlar yasalar yetmediğinde öldürüldü. Ne çabuk unuttuk.  Aynı hatalara düşmek sadece 'aptallık' olur.
Güçlü devletseniz -ki büyüklerimiz öyle diyor- suçluyu delilleri ile bulur çıkartırsınız. Yargılarsınız. Herkesin saygı duyduğu bir yargı düzeniniz olur ve emin olun herkes sizinle birlikte olur. Olayları çarpıtmaz, her zaman doğruyu söylemezseniz bile bilerek yalan söylemezseniz bürokratların sizi yanlış bilgilendirmesi sonucu yanlış bir açıklamada bulunduğunuz zaman çıkıp ulustan özür dilerseniz emin olun herkes birlik olur ve sizlerin şahsında devletin yanında olur. Sizin söylemenize gerek bile yok. Yok felaketlerden sonra eksikleri gidermek adına özgürlükleri kısma yoluna gittiğinizde 'kurunun yanında yaş da yanar' mantığı ile hareket ettiğinizde o yaşlar, kurulara kızdığı gibi sizlere de kızarlar. Yanınızda olduklarını söyleseler bile aslında yanınızda değillerdir.
Bu ülkede bu kadar aklı başında adam var. Kapansın bir odaya kavga etsinler, tartışsınlar dünyadaki uygulamaları incelesinler ama sonunda uzlaşacakları noktalarda birleşsinler.
Yoksa yok mu?
Suç ve ceza sadece sade vatandaş için değil yöneticiler için de çalışsın. Sağlam bir 'adalet' sistemi kuralım. İnsanlar suç işlediklerinde adil bir şekilde yargılanacaklarını bilsinler. İyi bir eğitim sistemi kuralım ki bilim ve sanatta önder ülkeler arasında bulunalım. Varsın petrolümüz olmasın kafamızda bilgimiz, insanımızda emeğimiz, yüreğimizde sevgimiz kaç bin varil petrole denk gelir dersiniz?Bu güzel coğrafyanın hakkını vererek çalışalım ve yaşayalım. Yoksa başkaları vermeye kalkacaktır.
Emin olun.
Terörden, haksızlıktan uzak, mutlu, sevgi dolu yaşam dileğiyle...

13 Mart 2016 Pazar

BAŞLIKSIZ

Uzun süre neyi nasıl yazmak gerektiğini düşündüm.Yazacağım şeye başlık dahi koyamadım. Kınama yazısı mı? Kınamayan var mı? O kadar kınanıyor ve lanetleniyor ki bir süre sonra kimse artık duygulara inanmamaya başlıyor. Gerçek olan şu; bir bomba daha patladı ve suçu(!) o anda orada bulunmaktan başka bir şey olamayan insanlar hayatını kaybetti. Onları öldüren onların hiç birini tanımıyordu bile. Kendine göre bir dava için kendisini ve tanımadığı insanları katletti. Bu savaş bile değil çünkü öldürdüklerinin elinde silah yoktu. Savaşlar bile sorunları çözemez iken terörle sonuç alacağını sanmak nasıl bir düşünce ve duygu. 
Bir şeyler yazma gücünü bulmak o kadar zor ki.
Belki ütopya ama tüm insanlar insani değer kavramı üstünde birleşmedikçe işler zor.
Yeri zamanı mı bilmiyorum ama YGS yapıldı. Uğur Okulları Fizik Bölümü soruları değerlendirirdi ve Sevgili Bölüm Başkanı Ahmet Akça soruları benimle de paylaştı. Gerekli açıklamaları kendisi yapacak ama şu kadarını söyleyeyim. Sınav hazırlamada özensizlik mi, becerisizlik mi, yetersizlik mi ne derseniz deyin bir olumsuzluk sürüyor. En azından Fizik için bu böyle.
Birileri çıkıp iyi giden bir şeyler olduğunu söylese ve de o na inansak.
Buna o kadar ihtiyacımız var ki.
Tarifsiz bir üzüntüyle.......

10 Mart 2016 Perşembe

PEYNİR ve EĞİTİM

İri mavi gözleri yuvalarında fırdöndü gibiydi.Kendine güveni tam olduğu oturuşundan, bakışından, konuşmasından kısaca her halinden belliydi. İspanyol bir Anne ile Türk bir Baba'nın iki kızından küçük olanıydı. Abla'nın ismini yakın komşularından başka bilen olmamasına karşın O'nunkini mahallede bilmeyen yoktu.
Ve sorgulamaya benzer bir sohbetin içindeydi şu an.
'Sen, Tükçe yanında İspanyolcayı da biliyorsun her halde'
'Ayrıca Fransızca da biliyorum'
'Fransızcayı da nereden öğrendin'
'Annemden, Fransızca Öğretmeni'
'Bravo doğrusu, bu yaşta -10 yaşlarında idi-; şimdi hangi okula gidiyorsun?'
Öğrencisi olan okul pek de başarılı olamayan bir özel okuldu.
'Nasıl, okulundan memnun musun?'
'İyi, iyi; iyi vakit geçiriyoruz'
'Çok ödev veriyor mu öğretmen'
'Ödev, önemli değil. Canım isterse yaparım, istemezse yapmam'
'Peki öğretmen ne diyor bu duruma'
'Öğretmen ne diyebilir ki? Bizde öğretmen bir şey diyemez. Biz hakimiz okulda. Biz ne istersek o olur'
'Bu iyi bir şey mi?'
'Neden olmasın,böylece okuldan sıkılmamış oluyoruz'
Söyleşi böyle sürerken arkadaşlarını çağırmasıyla yerinden ok gibi fılayarak
'Hadi bay'
deyiverdi.
Ve aile ertesi yıl Abla ile birlikte onun da eğitimine İspanya'da devam etmesine karar vererek onları Nine ve Dede'nin yanına İspanyaya gönderdi.
                                          ****
Ertesi yıkın yazında Baba akşam yürüyüşü sırasında arkadaşı ile sohbet ederken söz çocuklara gelir. Büyük Kız üniversiteye başlayacaktır.
'Nasıl Küçüğün okulla arası'
Ne de olsa mahallenin afacanı idi ve merak ediliyordu.
'O'nun bilmem ama bizim gayet iyi'
'Nasıl yani?'
Okula gittiği il günlerden biride öğretmenin verdiği ödevi yapmamış. öğretmen durumu deftere not düşerek veliye iletmiş ama bizimki göstermemiş bile.Ertesi gün yeni ödevi yapmayınca bizimkini dışarı çıkarıp veliyi çağırmışlar. Öğrenciniz verilen ödevleri yapmıyor o halde okula gelmesine gerek yok. Eve gidebilir. Tabi ben başka okula gitmek istiyorum deyip başka okul yok cevabını alınca yelkenler suya inmiş. Şimdi o şımarık öğrenci gitti asker oldu asker'
                                          ****
Bu olay, bana başka bir olayı hatırlattı. Şişli Terakki Lisesi'nde çalışırken rahmetli Lütfi Başara Özel Okul Müdürleri toplantısından dönmüştü. Toplantı izlenimlerini anlatırken:
'Bazı okul yöneticileri okulların Üniversiteye giriş başarılarının açıklanmasına karşı çıkıyor. Deyim yerinde ise bu senin peynirin kötü anlamıma geliyor diyorlar' demişti.
İyi de kahvaltı yapmıyoruz ki. Ürettiğimiz de peynir diye düşünmüştüm. Peyniri bir kere alırsınız beğenmezseniz bir daha satın almazsınız. Okula girip 12 yıl sonra 'pardon' demek olanaklı mı?
                                         ****
Bir işi iyi yapmanın ne demek olduğunu bir anlayabilsek bir çok orunu çözeceğiz de...

9 Mart 2016 Çarşamba

ÜÇÜNCÜ KÖPRÜ

Üçüncü köprü Ağustos Ayında hizmete girecek ama şimdiden geçiş ücreti tartışılmaya başladı. Otomobiller için 3 dolar. Yani 9 TL ye yakın. Belki de Ağustos'da 10 TL olacak. Bakan Yıldırım bu köprüyü devlet olanakları ile yapmıyoruz ki tabi bir maliyeti olacak diyor ve ekliyor Trafik tıkanıklığı nedeniyle harcanan paradan ötürü sağlayacağımız tasarruf köprüye değer. Biraz elmalarla armutların toplanması gibi oldu ama neyse sonuçta ikisi de meyve.
Şimdi denilebilir ki; 'bu kadar pahalı olduğunda kimse geçmez ve köprüyü işletenler de zarar etmemek için ücreti düşürmek zorunda kalır'. Şirket için belki de geçen sayısı ne kadar az olursa o kadar iyi, çünkü köprü yıpranmamış olur bakım harcamaları azalır. Geçen araç sayısı az olursa üstünü devlet şirkete hazineden ödeyecek otomobil başına 3 dolar. Yani hani Deli Dumrul köprüden geçenden de geçmeyenden de para alıyordu ya onun gibi bir şey. Ben köprüden geçmiyorum desen de nafile geçseydin arkadaş. Ben senin vergilerin ile öderim ücreti. Aynı şey Yeni hava limanında da var.İzmit geçişin de de. Neymiş efendim köprü yaptık. Yok ya. Bu nasıl köprü yapmak. Bari biraz dürüst olup 'köprü yaptırdık' deseydiniz.
Tabi bazıları birinci köprüde olduğu gibi 'köprüye karşı mı çıkıyorsun' diyecekler. Karşı çıkmaksa karşı da çıkarız tabi. Ama söylediğimiz ayağımızı yorganımıza göre uzatmak ve ülke kaynaklarını bilinçli ve kamu yararı gözeterek kullanmak. Birinci köprü için çok demagoji yapıldığı için -hatta karşı çıkanlar geçmesin bile dendi- söyleyeyim. Karşı çıkanlar ne öneriyordu? Tüp geçit. Kötü bir şey mi idi. Ülke kaynakları buna uygun değil diyenler şöyle bir çevrelerine baksınlar ve devlet sırtından zengin olanların mal varlıklarını üst üste koysunlar bakalım kaç tane tüp geçit yapılırdı. Çevreyi koruyarak köprü yapmak da ayrı bir olay tabi.
Ülkenin gelişmişlik kriterlerini doğru belirlemek lazım. Bir ülkenin işverenlerinin bireysel olarak dünya ölçeğindeki sıralaması ile çalışanların sıralaması arasında fark olduğu sürece ne sosyal devlet, nede gelişmişlik konusunda birinci lig ülkesi olabiliriz

8 Mart 2016 Salı

SINAVA GİRERKEN

Geçen gün bir arkadaşım sosyal medyada yer alan bir iletiyi okudu. Bu iletiyi genel hatları ile paylaşmak isterim. Bir öğrenci sınava girerken sosyal medyada 'sınava gireceğim benim için dua edin' demiş. Bir dostu da 'Allah, emeklerinin karşılığını versin' duasını öğrenci ile paylaşmış. Öğrencinin yanıtı 'duaya emeği karıştırmayalım, çünkü o zaman kazanamam'.                                   İşte bütün sorun da yanıt da burada.                                                   Sınav yaklaştığında hemen bütün medyada sınav taktikleri verilir. Bu taktikler öğrenciler tarafından ne ölçüde kabul görür bilmiyorum ama pek de dikkate alındığını sanmıyorum. Gerçekten komik önerilerle karşılaşıyoruz. Öğrencinin yiyeceği yemekten içeceği çaya, gezeceği yere, konuşacağı insana kadar bir sürü taktik. Size belki inandırıcı gelmeyecek ama bir keresinde bir taktik uzmanı 'kolay sorudan soru çözmeye başlayın' demişti de sorunun kolay olduğu okumadan nasıl anlaşılır(!) ondan bahsetmemişti.     Bu ve hemen tüm sınavlar o zamana kadar o sınav için verdiğiniz emeğin, öğrenim yaşamınızda yaptıklarınızın ya da yapamadıklarınızın ölçüm sonucudur. Eğer gerekenleri yapmışsanız hiç korkmayın sınavınız iyi geçecektir. Her zaman ne yiyorsanız, ne içiyorsanız dinlenmek istediğinizde nereye gidiyorsanız oraya gidin.                                                                     Hiç fark etmez.                                                                                     Bakın bu konuda bir anımı paylaşmak istiyorum sizinle. Öğrencimin adı FG. Nişantaşı Anadolu Lisesinde okuyor ve Beşiktaş Uğur Dershanesinde öğrencim. Öz disiplini yüksek. Büyük Annesini kaybettiği gün bile 'ek çalışmaya' katılacak kadar derslere devamlı. Sınava gireceği günden bir gün önce Tekirdağ'da kız kardeşi ile dolaşırken kendini bilmez -belki de zeka özürlü- birinin saldırısı ile karşılaşıyor.                                                           Bu kadar sinir bozucu bir şey olabilir mi?                                         O günün akşamında başarılar dilemek için telefon açtığımda hala olayın etkisindeydi ve ertesi sabah sınava girdi. Sonuç mu? Birinci tercih: Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği. Türkiye genelinde sanıyorum ilk dört yüzde idi.                                             Onun için böylesi sınavlarda sınav öncesindeki bir kaç günde ne yaptığınızın bir önemi yok. Önemli olan önceki aylar ya da yıllarda yapılanlardır.                                                                                   Bu sınav (YGS) tabi ki belli ölçüde öneme sahip ama sanıldığı ve büyütüldüğü kadar değil. Bu sınavda başarı yeterli ölçüde olmasa bile, bundan sonraki zamanda doğru şeyler yapılırsa başarıyı bir ölçüde olsa da artırmak olanaklı.                                               Sınava giren tüm öğrencilere ve ailelerine başarılar. Dilerim emeklerinin karşılığını alırlar.